29 Nisan 2008 Salı

Mandabatmaz, anlaşılan o ki genel istek üzerine tekrar...


Bu yazım eski Google'ın ilk çıkıp da hepimizin adımızı arattığımız tarihlerde, bir sitenin içinde çıkıvermişti karşıma. Çok şükür adım anılmıştı ama gene de tuhaf olmuştum. Yazılarımı kendi dükkanımda toplamak istememin nedenlerinden biridir dolayısıyla. Az önce Mandabatmaz diye gene arandım nette, pee... Almış yürümüş. Güzel, güzeeel...

Mandabatmaz Kahvesi’ni çok geç duydum ben. Hep önünden geçiyordum da, dikkat etmemiştim hiç. Beyoğlu’nun karmaşası bazen bir şeylerin gözümüzden kaçmasına neden olur ya, işte ondan. Oysa Olivo Geçidi’ne solundan, Rejans’a gider gibi girince hep karşılaştığımız, oturan, sohbet eden, köpüklü kahvesini höpürdetip, ince belli bardakta demli çayını karıştıran kalabalığın hikmeti, Mandabatmaz’ın tevazuundanmış meğer.

Bir gün ağır, vakur ve mesafeli bir şekilde servis yapan Mehmet Bey’le tanıştım. Adeta “Abi sen dur, zahmet etme, ben alırım,” deme isteği yaratıyordu insanda ama ak düşmüş saçları ve sakalıyla, daracık sokakta bir ileri, bir geri kayarcasına gidip geliyor, kimseyi bekletmeden onca masayı çekip çeviriyordu. İyi servisin değeri bilinmez de nedense, servis aksayınca, yavaş gidince hatta hiç gitmeyince, garsonlar mızmızlanıp söylenince hemen gözümüze çarpar. Bazı yerler de servisleri bir felaket olmasına karşın hep dolu olurlar, belki de müşterileri mazoşist tayfasındandır, ondan. Ama Mandabatmaz’da halinden memnun görünmeyen yoktu. Servis iyiydi, küçük dükkân Reşat Ekrem’in anlattığı alçak tabureli, küçük sehpalı kahve geleneğini sürdürüyor sayılırdı. İçerideki televizyonun sesi dışarıya taşmıyor, dışarıda insanlar alçak sesle keyifli sohbetler yürütüyor, ya da sıcaktan kaçmak için sığındıkları bu huzurlu aralıkta, gelen geçeni sessizce süzüyorlardı. Tek şikâyetleri bazı saatlerde tabure bulmanın imkânsızlığı olabilirdi ancak, ama onu da son zamanlarda yaptıkları bir takviyeyle şıpınişi çözmüştü yılların kahvesi.

Sonra ocakta tek başına çalışan Cemil Bey’le tanıştım. Ben fırıncılarla dönercilerin ateşten ne çektiğini bilirdim de, çaycıların da o sıcakta çalıştıkları hiç aklıma gelmemişti. Kan ter içinde, kıvamıyla meşhur Mandabatmaz kahvesini o yapıyordu yıllardır. Aşağıda okuyacağınız röportaj gölgede otuz, Mandabatmaz Kahvesi’nin çay ocağı başında elli derecede, ayakta yapıldı. Cemil Bey önce “Mehmet benden eski,” dedi “O anlatsın sana hepsini.” Ama dayanamayıp sohbete hemen katıldı ve ne dertliymiş ki, dakikalarca anlattı bir yandan da çaylar kahveler hazırlayıp, kasaya bakarken. Sohbetimiz boyunca yaptıkları işin kalitesiyle gurur duyan, orta yaşlı iki mütevazı delikanlıyla karşı karşıya olduğumu anladım. Ellili yaşlarında olmalıydılar, ama hâlâ şevkle çalışıyorlardı ve bunun mutluluğu onlara yetiyordu.
Sohbetimizin ancak küçük bir kısmını aşağıya alabildim. Tabii bu satırlara, Mehmet Bey’in bitmez tükenmez “Doktora bir kahve, iki çay yap, bir milyon al”larını katmadan.

Y - Bu aralığa ne zaman geldiniz?
M – Altmış dokuzdan beri buradayız.
Y - Hep Beyoğlu’nun eskisi gibi olmadığını söylerler, sizin müşterinizin çizgisi değişti mi?
M - Bizim sokak bozulmadı, zaten bizim burası hep esnaf yeriydi. Konfeksiyon, deri atölyeleri, ayakkabıcısı… Mağazalar vardı. Sonradan değişim oldu işte.
Y - Şimdi çevrenin tüm beyaz yakalıları buraya geliyor galiba. Eski esnaf, imalatçılar pek kalmadı galiba.
M - Kalmadı, şimdi gıda üzerine birkaç yer var. Ama artık öyle kravatı falan düşünüp temiz giyinen de yok artık.
C - İkimiz de eskiyiz burada. Beyoğlu’nu güzelleştireceğiz, güzelleşecek diyorlar. Neyini güzelleştirecekler? Beyoğlu eski yerinde duruyor mu abi? Aynı binalar duruyor. Bir kere içinde yetiştiğimiz gayrı müslimi kaçırdık. İyi esnaflardı, oturmasını, kalmasını bilirlerdi. Onlar gitti, Beyoğlu’nu bitirdiler. Akşamları şu köşede, caddede bir dur, her on dakikada bir, biri “Telefonumu çaldılar!” diye bağırıyor. Değil mi? O zaman öyle bir şey yoktu.
Y - Eskiden herkes içerideymiş, nasıl sığdırıyordunuz?
M - Burada değildik, hemen karşı binadaydık.
Y - Diğer kahveler sizinki kadar rağbet görmüyor, neden?
C - Buradaki ortamı İstanbul’da bulamazsın. Adam izinden geliyor, burayı özledim, evime uğramadan buraya geldim diyor. Kimse kimseyi rahatsız etmez.
M - Herkes rahat burada, adam sandalyesini alıp istediği gibi oturuyor.
C - Bizim demirbaş müşterimiz vardır, gelir otururlar. Bir şey söylerlerse onu veririz, söylemezlerse rahatsız etmeyiz. Belki maddi durumu iyi değildir. Bir çay içer iki saat oturur. İçer, sonra veririm, der gider. Çünkü biz esnaf olarak yetiştik.
Y - Çok genç yaşta gelmişsiniz buraya herhalde.
C - Kıbrıs çıkarmasına, askere buradan gittim. Ben geldiğimde burada berber vardı, terzi, işlemeci, eczane, şekerci vardı. Burası kuyumcuydu, sonra büfeye çevirdiler. Hepsi gayri müslimdi. İyi esnaf vardı. Bunlar bize lazımdı.
Y – Herkes yaptığınız çayı, kahveyi methediyor.
M – Tabii, o çay kahvenin şeyini yaşatıyor yani, bozmadan…
C – Sen şimdi burada çay iç, git bir de başka yerde iç. Ben Acem’lerin yanında yetiştim. Çay deyince Acem akla gelir. Çayın uzmanı Acem’dir. Ben köyden geldim, otuz beş seneden fazladır buradayım, hâlâ bocalıyorum, yapamıyorum. Sen nasıl yapacaksın? Yapamazsın işte… Piyasada yedi milyona da çay var, üç milyona da. Ben yedi milyona alıyorum, sen üçe. Ben aptal mıyım? Bazıları kısadan köşeyi dönüyor. Allah’a şükür, şu benim kahve dünyanın en kaliteli kahvesi, İstanbul’da isim yapmıştır, en düşük fiyata ben veriyorum. Bizde öyle bir hırs yok. Yani güzel çalışma hırsı var da, para hırsı yok bizde. Ben kahveyi üçe versem, valla gene içecekler. Bazıları diyor ki “Korkuyor musun?” Ne korkacağım. Bilmiyor muyum, adam iki buçuk-üçe kahve veriyor, kahve demeye şahit lazım.
Y – Bir de kahve falı moda oldu şimdi.
C – Bizim insanımız çabuk kanıyor. Saflığından, iyi niyetinden yararlanıyorlar. Televizyonda da çıkıyor, neler dönüyor.
M – Abi Tekel’in çayı bozulmadıktan sonra, bizim çay bozulmaz.
C – Bizim sahtekârlığımız yok. Çayı verdiklerim: “Neden bozuklukla uğraşıyorsunuz? Tedavülden kalkacak, ben vermeye utanıyorum” diyor. Lokantalarda porsiyonlar bile ufaldı, fiyatı bir ayarda tutsa, malzemesinden kısıyor. İşin içindeyim, hepsini bilirim ben. Dürüst esnaf kalmadı. Bana da fal teklifi geldi. Benim hakkım olmayan şeyi ben nasıl alayım, dedim. Emeğin olmayan bir şey. Ben burada ateşin karşısında çalışıyorum, hakkım diyorum. İçenin de yüzde doksanı teşekkür ediyor. Bu para helal olmasın da, hangi para helal olsun? İnsanlar dürüst olsun, her şey olur zaten. Beyoğlu düzelir de nasıl düzelir bilmiyorum. Bak elimdeki bardağa, insanların evindeki bardak böyle temiz değil. Benim malzemem bu işte. Bizde çalışma hırsı var.

Laf arasında onların da bir şikâyeti olduğunu öğrendim: servis yaptıkları aralığın yer döşemesi iyice harap haldeydi ve herhalde gözden kaçıyor olsa gerekti. Bir de o yerler düzeltilseydi daha da keyifli çalışacaklardı.

Yazının sonunda müsaadenizle bendenizin de naçizane bir maruzatı olacak: tahta masa-sandalye-tabureci esnafı büyük bir promosyona girişsin de eski plastiklerini getirene büyük bir indirim yapsın, n’olur?

(Bu yazım 2004 yılında artık ne yazık ki var olmayan Beyoğlu Gazetesi'nde yayınlandı)

Hiç yorum yok:

YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google