29 Nisan 2008 Salı

Charlie Haden ve Carla Bley...


13 Temmuz 2004 akşamı Açıkhava Sahnesi önünde toplanan az sayıda insanın huzursuzluğu, yüzlerinden okunuyordu. Bütün gün yağan yağmur durmuştu ama hava hala serindi. Entelijensiyanın geceye diğer festival akşamlarında olduğu gibi birbirini ezme raddesinde ilgi göstermemesinin sebebi, meteorolojinin yağışın akşam saatlerinde de süreceğini ilan etmiş olması olabilir miydi? Malumunuz, bu kış gösterdiği performansla, artık medyum istihdam etmeye başladıkları düşünülüyordu. Başka bir mekânda aynı şeyi yapsa, kendisine gösterilecek ilgiden baygınlık geçirecek Tuba Ünsal, bir köşede, programı için kayıt yapıyordu kendi halinde. Bu çekimin topluluk için en ilgi çekici olan yanı, Ünsal’ın o temmuz akşamı için fazla ince giyinmiş olup, gecenin ilerleyen saatlerinde maazallah nevazile mağlup olması olasılığıydı.

O manzaraya bıyık altından gülenler, bunun kendilerini de bekleyen kaçınılmaz kader olduğunu henüz bilmiyorlardı...
Hava bir yana, Charlie Haden ve The Liberation Music Orchestra’nın Carla Bley’le vereceği konser, Liberation Orchestra’yı tanımayanlar için zaten korkutucuydu. Haden ve Bley’in çok farklı gruplarla birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları çalışmalar, birçok kulak için fazlasıyla deneysel kaçabilirdi. Ama ’69 yılında kurulan Liberation Orchestra ’68 ruhuyla, muhalif ve devrimci tavrını çoğunlukla melodik bir yapı çevresinde sergilemeyi tercih etmişti. O kadar ki, bazı yorumcular(!) eserlerin ruhunu bir kenara koyup “dans müziğinin en güzel örnekleri” gibi derin(!) yorumlarda bulunabiliyordu. Vietnam Savaşı karşıtı, Che taraftarı, Latin Amerika’nın siyasi gelişimlerine duyarlı bir ses taşıyan topluluk, on yıllık sessizlikten sonra, anlaşılan ABD’nin yaklaşan seçimleri nedeniyle bir araya gelmişti ve yankı getirecek yeni işler hazırlığındaydı. Daha önceki kadrolarında çağdaş cazın en önemli solistlerini buluşturan orkestra, müzik gibi müzik yapıyordu ve mesajlarını almak isteyenler için de, mesajla hiç ilgilenmeyenler için de bu, festivalin en melodik konserlerinden biri olmaya adaydı.

İçeri adım atmamızla birlikte yağmur çiselemeye başladı. 7000 kişilik olduğu söylenen mekân, gene de dolu sayılırdı. Tuz değildik, erimezdik. Saatler 21.30’u gösterirken yağmur efendiliği bir kenara bırakıp, gemi azıya aldı; ilk kopuşlar o sırada yaşandı. Seyyar satıcılar ortadan kayboldu, sonra da bir iki çift, geride kalanların müstehzi bakışları altında, çekingen adımlarla yukarıya, çıkışa yöneldi. Sonra spotlar yandı ve grup alkışlar arasında sahne aldı. Charlie Haden’in mütevazı adam olduğu hakkında kanaatlere sahiptik, orkestra üyeleri de öyle olsa gerekti. Yerlerini aldılar, bardaktan boşanırcasına yağmur altında kendilerini alkışlayan izleyiciye selamlayarak çalmaya başladılar. Piyanistliği yanında orkestranın da şefliğini üstlenen Carla Bley, “Charlie’s Peace” adlı ilk parçanın sonunda isyan bayrağını çekti. Çalmaya başlamadan kuruladığı emektar Steinway gene sular içindeydi. İkinci parçanın ilk dakikası boyunca, F1 yarışlarının pit stop müdahelelerini anımsatan bir ekip, piyanoyu süratle ve başarıyla bir kaç metre geri aldı. Tam herşey çözüldü artık rahat rahat çalarlar derken, bu kez rüzgâr girdi devreye ve önce sırtı seyirciye (yer değiştirme sonucu artık orkestraya da) dönük çalan Bley’in notaları kendilerini havada uçarken buldular. Destek ekibi bu kez notaların peşine düştü. Asi notalar teker teker ele geçirilip ait oldukları yere, bazıları da daha güvende olacakları, piyano taburesinin yanıbaşına döndürüldüler.

Yağmur kâh yavaşlıyor, kâh hızlanıyordu. Artık belliydi ki seyircinin ıslanma sorunu geçici tedbirlerle çözülecek gibi değildi. Kapıdan son dakikalarda girenler, çiseleyen yağmurla uyanan satıcılardan aldıkları “laylon” yağmurluklarla idare ediyor, hayatları boyunca tedbirli olmalarıyla övünenler, şemsiyeleri altında dinliyordu sahneden yayılan harikulade müziği.

Onbeş dakika boyunca geçirdikleri dayanıklılık sınavını yeterli bulanlar “eyvallah!” dediler sonra. Hala yağmurluksuz ve şemsiyesiz oturmakta ısrar edenler de doğayla yaptıkları müthiş savaşa (!) yenik düşerek çıkışa seğirttiler. Tedbirli gelmeyip, gene de kalmak isteyenlerin yapabilecekleri iki şey vardı: yukarıya çıkıp konseri girişteki galeriden izlemek ya da sahnenin iki yanında, sahneyi örten çatının uzantılarının altında sahneyi hiç göremeden müziği dinlemek. Bu iki güvenli sığınakta artık, koltuklarında direnenlerle eşit sayıda seyirci vardı. Üstelik sayıları topu topu beş yüz kişi civarında olan bu inatçıların gitmeye hiç mi hiç niyetleri olmadığı aşikârdı.
Şemsiye tutan eller alkışlamakta zorlanıyor, ritim tutan ayaklar, su birikintilerinde “şap, şap” gibi akortsuz sesler çıkarıyordu ama seyircilerin keyfi yerindeydi. Artık bir bahar ayini havasına bürünen konser, şemsiyeleri altında mecburen oluşan iki kişilik localarında çevrelerinden kopan çiftlere unutulmaz dakikalar yaşatıyordu.
Gök gürlüyor, şimşeklere eşlik eden yıldırımlar, ortalığı gündüze çeviriyor, sahnedeki gruba seyircilerin hâl-i pür melâlini gösteriyordu. Gök gürlemeleri seyircilerle birlikte müzisyenleri de yerlerinden sıçratıyordu. Önceleri yalnız notalar havada uçuşurken, sonra davulcuyu orkestradan ayıran pleksiglas perdenin mikrofon sehpalarını peşinden sürükleyerek yıkılması da müziği durduramadı.

İki saate yaklaşan unutulmaz konser, sonunda Charlie Haden’ın notalarının da kendilerini rüzgâra teslim etmeleriyle kaçınılmaz sona yaklaştı. Notalarını ya da kendi deyimiyle “müziğini” toplamasına imkan olmayan Haden, bir blues parçası çalacaklarını ve herkesin sırayla solo alacağını söyledi. Kontrbasıyla açtığı doğaçlama parçanın ardından anons etti Haden: “Raining Cats and Dogs Blues!”. “Bardaktan Boşanırcasına Blues’du bu!”. Alkışlar ve kahkahalar arasında veda ettiler. Dinleyicileri artık hiç bir şey rahatsız edemezdi, bis istediler. Uzun süren alkışın sonunda Charlie Haden tek başına döndü sahneye ve seyircilerini ödüllendiren kısacık bir konuşma yaptı: “Keşke sizin gibi insanlardan dünyanın her yerinde daha çok olsaydı. Teşekkür ederim...” Ve gene alkışlar...

O büyülü geceden sonra, bilmiyorum yağmura da mı teşekkür etmek gerek... Ama İstanbul Caz Festivali’nin uzun yıllar unutulmayacak konserlerinden biri de bu olmuştur herhalde.
(Bu yazım 2004 yılının Temmuz ayında artık ne yazık ki var olmayan Beyoğlu Gazetesi'nde yayınlandı)

Hiç yorum yok:

YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google