Onu ilk olarak belki yirmi yıl önce, Beyoğlu’nda Çiçekpasajı'nda bir mekânda dinlemiştim canlı olarak. Orada çaldığını bilmiyordum, bir köşede sakince yerini alıp alçak gönüllükle çalmaya başladığında “Muammer Ketencoğlu bu!” demiştik. Albümlerde akordeonunu dinlemiş, yaptığı derleme albümlerle dağarcığımızı zenginleştirmiştik. Bir iki yıl önce Babylon’daki bir Kumpanya Ketencoğlu konser öncesinde ortak tanıdıklar aracılığıyla tanıştık ve daha sonra her karşılaşmamızda yine alçakgönüllülüğü sayesinde derin müzik bilgisinden bir şeyler öğrendim.
Sabırsız olduğunu söylüyordu, ama sahneyi her zaman olanca dinginliğiyle dolduruyordu. Müziği gereksiz ayrıntılardan uzak, yalın ve saftı. Kendi gruplarıyla olduğu kadar, Türkiye’de ve dünyada geleneksel müzikle uğraşan birçok grupla da çalışıyor, sanki hiç yorulmuyordu.
— Kendine en yakın bulduğun müziğin, zaten halen yapmakta olduğun müzik olduğunu hep söylersin. Bizi yıllardır yaptığın albümlerle, Balkan ve Ege müziklerini sonra da zeybeği tanıştırdın. İmzanı taşıyan her albümde, öğrenmek isteyenler için çok şey vardı. Bundan sonra bize öğreteceğin müzik türü hangisi olacak?
“Kültürü bütün boyutlarıyla insana sunmak önemli. Eğiticilik, yalnızca eğitici olsun diye amaçlanmış bir şey değil. Bir albüm yapıyorsunuz, içine parçaların geçmişini, o müzik geleneğinin tarihine dair bilgileri koymazsanız o çerez olur ancak. Müzik üretmek, yani yeni bir albüm ortaya koymak, o albümde incelenen kültürlerle de tanışmanın bir boyutu bence. O yüzden buna çok dikkat ediyorum. Bir sayfaya sığıştırdıkları parça adlarıyla albüm çıkarmak bana uygun değil. Bu kültürel yaklaşımımı destekleyecek diğer bir çalışma da, “Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Türkî Cumhuriyetlerinden Halk Müziği, Halklardan Ezgiler” adlı dört albümlük bir dizi. On sene oluyor çıkalı. Yine 1995’te Klezmer Müziği’nin ilk kayıtlarından derlediğim bir albüm daha çıkardım. Müziğe, özellikle de geleneksel müziğe disiplinler arası yaklaşan bir insanım. Tabii ki hayatımın merkezinde en çok sevdiğim müzikler var. Ege, Balkan ve Kafkasya, Orta Asya gibi yakın coğrafyanın müziğiyle haşır neşirim. Ama dünyada üretilmiş tüm geleneksel müzikler benim ilgi alanıma giriyor ve o konuda yaptığım radyo programlarıyla ve bazen de politik konjonktürle bağıntılı olarak yazdığım yazılarla dünyanın her tarafından müziklerle haşır neşir oluyor. 11 Eylül olaylarından sonra Afganistan’ın adının sık sık duyar olduk örneğin, tabii çok da iyi bir imaj çizilmedi Afganistan’ın gerek bugünkü gerekse kültürel portresine dair. Çok geri kalmış, çok vahşi bir portre çizildi. Ben de o günlerde buna kendimce bir yanıt olsun diye, “Dağlar Yurdu Afganistan’ın müziğine giriş” diye bir yazı yayınladım “Eski” dergisinde.
"Şu anda olanlardan dinleyicileri haberdar etmek gerekirse eğer, bir Kıbrıs türküsü kaydettim, tek bir şarkı. Kıbrıs’ta ve İngiltere’de basılacak bir derleme CD için. Rum ve Türk müzisyenlere bir araya gelip gerek eski şarkılarından gerekse yeni kaydettikleri eserlerden birer parça vererek bir double albüm yapmaya karar vermişler. Bana ulaştıklarında, eski bir şarkıyı vermektense, benim çok sevdiğim Mağusa Limanı adında bir Kıbrıs türküsü vardı. Onu kaydettik her biri birbirinden değerli arkadaşlarla. Bunu İngiltere ve Kıbrıs’ta bir iki ay içinde çıkacak CD’de yayınlayacağız, fakat Türkiye’de de o şarkıyı dinleyiciye ulaştırmanın bir yolunu arıyorum; herhalde bulacağım da.
"Önümüzdeki projem ise İzmir eksenli bir çalışma olacak. İzmir’deki müzik geleneği kültürler arası, disiplinler arası bir yaklaşımla incelemeye çalışarak, Türkçe, Rumca ve Sefarad şarkılarından oluşan bir İzmir portresi oluşturmaya çalışacağım. Tabii temel aldığım zaman 1922 öncesi. İzmir’deki nüfus hareketlerinin doğrudan, ciddi bir zarar görmediği zamanlar... Türkçe zeybeklere zaten yıllardan beri hâkimiz, rebetiko ve İzmir şarkıları bizim gene son derece önemsediğimiz bir konu. Sefarad türküleri konusunda bir çalışma yürütüyorum. Belki İzzet Bey’le görüşeceğim zaten (İzzet Bana – Los Paşaros Sefaradis). Jak’tan da yardım alıyorum (Jak Esim). Jak çok yardımsever davrandı, hatta İzmir’de kendi kaydettiği ya da başka insanların kaydettiği ona ulaşmış tamamen İzmir’e ait makamsal şarkıların kayıtlarının verdi bana. Etno-müzikolog İzak Levi’nin İzmir’den derlediği türkülerin notalarını aldım doğrudan. Bu konuda İzmir’de bazı kurumlarla görüşme aşamasındayım, her halükarda 2005 yılında bu albümün dinleyiciyle buluşacağını düşünüyorum. Bu İzmir için yapılmış ilk çalışma. İstanbul şarkıları başlıklı onlarca albüm bulabilirsiniz ama İzmir için bu yapılmamış. İronik bir durum da İzmir için Yunanistan’da en az yirmi beş otuz tane CD bulabiliyor olmamız. Bunu benim yaklaştığım boyutuyla yapan kimse zaten olmamış, ama halk müziği açısından değerlendirip, herhangi bir boyutuyla bir albüm yapan da olmamış. İlk olmak hem zor, hem de güzel.
"Benim bir sonrasında ne yapacağımı düşünmek gibi bir huyum yok. Şimdi önümdeki işe bakmak istiyorum. Müzikal açıdan her türlü farklı renge, farklı sese açık olmaya çalıştım hep. Başka müzisyen arkadaşlara destek vermeye çalıştım. Yansımalar grubu olsun, geçen hafta yeni bir albümü çıkan İnce Saz grubu olsun, zaten belli bir müzisyen çevresi, belli bir müzikal yaklaşımı temsil eden arkadaşlar, sürekli olabildiğince haşır neşir olup, deneyimlerimizi karşılıklı olarak birbirimize aktarmaya çalışıyoruz hep.”
— Ya akordeon? Enstrümanlarını nasıl seçiyorsun? Onlar mı gelip seni buluyorlar yoksa sen mi onların peşinden koşmak zorunda kalıyorsun? Akordeonlarının birer hikâyesi var mı?
“Akordeon tarihi kısa olmasına karşın, dünyanın her köşesine çok farklı türleriyle, zengin bir tipoloji çeşitliliğiyle yayılmış ender sazlardan biri. Biraz da klarnet için bunu söyleyebiliriz belki de, her geleneksel müzik kendine adapte etmiş onu da. 1830’larda ortaya çıkan akordeon gemiciler ve çingenelerin taşıyıcı etkisiyle kısa zamanda dünyaya yayılmış. Madagaskar’dan, Kafkasya, Çin’e, Brezilya, Kolombiya’ya kur,tular ve Avustralya dışından her yere gitmiş. Her toplum kendi müzikal geleneğini hesaba katıp akordeonda değişiklikler yapmış. Büyüklü, küçüklü, klavyeli ya da daktilo klavyesini andıran butonlu tiplerine, nefesinizi alıp verirken farklı ses veren mızıkanın mantığının esas alan, körüğü itip çekerken faklı ses veren diatonik dediğimiz akordeonlar yapılmış önce. Bunlardan bir müze kurmağa kalksanız, en az yüz, yüz elli çeşit akordeon bulabilirsiniz. Yalnız İtalya’nın farklı bölgelerinde sekiz on çeşit akordeon var.
"Benim ilk akordeonum halk evlerinden kalmadır. Dayımın müzisyenliğinden hep bahsederim. Çok önemli bir müzisyendi. İzmir Tire’de… Alaturka trompet çalardı. Ergün Şenlendirici’yi tanımadan, hep dayımdan duyardım ben alaturka trompeti. 1951’de alelacele kapatıldığında halkevleri, herkes yağmalamış bir nevi… Kimisi masa sandalyeleri, kimisi çalgıları kapmış götürmüş evine. İlk akordeonum alınma tarihinden yirmi iki, yirmi üç sene sonra 1973’te bana ulaştı, dayım tarafından bana verildi. Kendi kendime tütün tarlalarında falan çalardım. İkincisi de, üniversite yıllarında okuduğum psikoloji bölümüne devam etmenin artık çok da anlamlı olmadığını düşünmeye başladığım zamanlarda müzikal açıda da akordeonu yeniden keşfettim, çünkü o günlerde tüm dünyadan geleneksel müziklerde yaptığım araştırmalarda gördüm ki, akordeon dünyanın her tarafına gitmiş. İyi bir akordeoncu olduğunuz zaman dünyanın her tarafından türlü türlü stillerde türküleri çalabilirsiniz. 1989 yılında aldım ikinci akordeonumu: Hohner, çok sevdiğim bir akordeondu. Tabii maddi güçlük içindeydim o günlerde ve akşamları değişik mekânlarda çalıyordum. Yeni bir anlaşma yaptığım gün tesadüfen Tünel’den 900.000 liraya aldığımı hatırlıyorum. Ondan sonra uzun süre o akordeonu çaldım. Geçen seneye kadar… Geçen sene onu yeni aldığım bir akordeonla değiştim. 1998’de de şu anda elimdeki üçüncü akordeonu aldım. Hohner artık ihtiyaçlarımı karşılamamaya başlamıştı, çünkü Balkan müziği çaldığınız zaman o renkleri, o müziği gösteren çok güzel akordeonlar var tabii… Bulgaristan’da, Makedonya’da kullanılan akordeonlardan bir tane edinme düşüncesi oluştu. O günlerde Bulgaristan’a gidip geliyordum. Çok yakın bir dostum vasıtasıyla bir akordeon hocasında çok iyi bir akordeon olduğunu duydum. Gidip gördüm akordeonu, “Tamam, dedim. Beklet bunu arkadaş, iki ay sonra gelip alacağım.”. Sonra yoğun bir operasyon gerçekleşti Berlin’de; benim çok sevdiğim bir dostumun organizasyonunda altı günde yedi konser verdim akordeonun parasının çıkarabilmek için. Gittim Bulgaristan’a, akordeonu sırtlandım, trene atlayıp döndüm. Cebimde ancak Sirkeci’den eve gelecek tren parası kalmıştı. Bir de geçe sene Yugoslavya’dan gelen bir akordeoncunun paraya ihtiyaç duyduğu için elden çıkardığı, hem batı hem de Balkan müzikleri renklerinin olduğu özel bir model. Şimdi iki akordeonumdan biri de bu…”
—Bir akordeoncu için sahnede alet değiştirmek, örneğin bir gitarist ya da bir perküsyonist için olduğu gibi bir gereksinim değil midir? Bir enstrümandan bir çok ses elde edebiliyorsun, istediğin sesleri bulduğunda iş bitmiş oluyor mu?
“Hemen hemen. Konserde çok alakasız şeyler çalmayacaksan, örneğin Balkan müziğiyle, bir Fransız musette’ini çalmayacaksan arka arkaya bir akordeonla konserin tüm parçalarının performe edebilirim. Ama dediğim gibi akordeonlar çok değişik. Tatarlar kendilerine göre bir akordeon icat etmişler, pentatonik, beş sesli gamdan oluşuyor. Yani o akordeonla yalnızca Tatar müziği çalabilirsin, konserde üç Tatar parçası çalmak istiyorsan, o akordeonla çalmak ideal. Bir de tabii insanın çaldığı aleti çok sevmesi, ona bağlanması artık yazılacak bir şey değil, çok doğal çünkü. Akordeonun diğer çalgılara göre farklı bir özelliği var, o da pek çok çalgıya göre onunla daha çok muhatap olmanız. Daha çok yüzeyine dokunuyorsunuz çalgının, o da size daha çok dokunuyor. Bir çeşit sarılma, kucaklama diyebiliriz yani. Çoğu zaman, özel zamanlarda akordeona sarılmak sevgiliye sarılmak gibi bir şeydir. Seni anlar, seni avutur, senin duymak istediğini söyler sana. Sevgililer öyle değildir. Sevgiliden bile daha vefakârdır yani bu açıdan bakarsanız. Nefes alan bir çalgı yani, hem de evcil. Evcil çünkü tamamen sizin kontrolünüzde; nefes alan bir çalgı çünkü körüklü mekanizması seslerin havayla temas ederek çıkmasını sağlıyor ve sizin kontrolünüzde çok zengin nüanslar ortaya koyabiliyor.
"Geleneksel müzikte özellikle bilgisayar kaynaklı sesler deneniyor zaman zaman. Mutlak karşı değilim bu çok dengeli yapıldığı zaman, ama genellikle çok kitch ve çok alakasız oluyor. Akordeon sesini dijital olarak vermeye ne kadar çalışırsanız çalışın kas gücüyle çıkan o tınıyı yakalayamazsınız. Ben akustikçiyim genelde. Modern müzik yapan bir insan için keyboard ve çağdaş, elektronik sesler kaçınılmaz. Ama Neşet Ertaş’ın bir türküsünü icra ederken keyboard duymak istemiyorum yani. Modern müzik yaparken bu sesleri rahat rahat kullanabilirsin. Ama bugün geleneksel müziğe saygı göstererek bu müziği bugüne taşımak istiyorsan… Eninde sonuna şehirli insanlar olarak müziğe modern bir bakışla yaklaşmak zorundayız. Geleneğe çok saygı duyuyorum ben ama geleneği ben’leştiriyorum. Bugün yaşayan bir insan olarak benim sağduyumdan geçiyor müzik ve dinleyiciye o şekilde ulaşıyor.”
— On iki yıldır Beyoğlu’nda yaşıyorsun. Ama burada yaşamak, her türlü çekiciliğine karşın yine de zor. Seni Beyoğlu’na çekip, sonra da burada tutan nedir?
“Beylik olacak ama bence hem İstanbul’un hem Türkiye’nin kalbi Beyoğlu. Akordeon nasıl benim güzümle nefes alıyorsa ben de Beyoğlu’nun gücüyle nefes alıyorum. Sokağa çıkıp yürümek çok kolaya değil tabii burada. Tek başıma yürümeyi tercih etmiyorum. Mimari engeller çok fazla, kaldırımlar düzensiz. Pek çok fiziki engeller var tabii yürümeyi zorlaştıran. İnsani engeller de var, kalabalık gibi. Yine de iki gün çıkıp yürümezsem kendimi iyi hissetmiyorum. Pek çok tanışa rastlama ihtimali her yerden daha fazla burada. Kültür her boyutuyla, en avamından en özel yaklaşımlarına dek burada nefes alıyor. Ayrıca benim kendimi zenginleştirdiğim plak-CD koleksiyonlarının en zenginleri de burada. Dolaşıp yeni, daha doğrusu, yeni eski plaklar buluyorum. Sürekli sahafları dolaşıyorum. Bunu bir Ortaköy ya da Arnavutköy’de yaşadığınızda o kadar kolay yapamıyorsunuz. Kadıköy’de de sahaflar var oraya ayda bir, iki yada bir gidebiliyorum ben. Beyoğlu benim avcı ve toplayıcı kimliğimi ortaya koyabilmem, kendimi yaptığım işte kendimi geliştirmem için son derece zengin bir atmosfer. Ayrıca kişisel olarak da buranın havası, buranın insanları, burada dolaşmak; buradaki eskisi gibi yaşayan çok kültürlü bir hayattan o kadar bahsedemesek de, dünyanın her tarafından insanları bulabileceğiniz bugünün modern kozmopolit hayatının son derece renkli bir şekilde aktığı ve kendim hiçbir zaman uzak tutmak istemediğim bir mekan. 1995’ten beri de Beyoğlu’nda yaşıyorum.”
Kestik. Daha çok şey vardı anlatacağı, ama sayfalarımızın fiziki bir sınırı olduğunun bilinciyle, diğer soruları başka bir sohbete saklamayı tercih ettim.
(Bu yazım 2004 yılında artık ne yazık ki var olmayan Beyoğlu Gazetesi'nde yayınlandı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder