25 Ağustos 2008 Pazartesi

İnsan bedeni üzerine, derinlere dalıp kum çıkarmak isteyenler için...



Yapı Kredi Yayınları’ndan geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Bedenin Tarihi”, beden ile insanın ürettiği tüm kurumlar arasındaki ilişki üzerine kafa yormuş akademisyenlerin, farklı alanlarda bedeni inceledikleri makaleleri bir araya getiriyor.

Kitap son derece geniş bir yelpaze içinde Avrupalı bedenin Rönesans’tan Aydınlanma Çağı’na kadar ne şekilde algılandığı üzerine açıklamalar ve yorumlar barındırıyor ki, günün birinde ülkemiz bedenlerinin tarihi gibi netameli bir konuya girişmek isteyen olursa bu kitaptaki yaklaşımlar zihin açıcı olacaktır mutlaka.

Kitapta konuların neye göre dizildiği konusunda önsözde bir bilgi yok, fakat ilk başlık “Beden, Kilise ve Kutsal”, ve bu da editörler, dinin bedenin tarihinde başrollerden birini oynadığını mı düşünmüşler, diye sorduruyor. Daha sonra sırayla cinsellik, egzersiz, fizyognomoni (ne olduğunu anlamak için kitabı devirmemiz gerekiyor maalesef), kadavra teşrihi, sağlık ve hastalıklar, gayrı insani beden (yani marjinal bedenler), kralın soylu bedenine yaklaşımlar ve “et, zarafet ve yücelik” ilişkisi üzerine odaklanan bölümlerde beden –herhalde enine boyuna demenin en doğru olacağı konulardan birindeyiz- Avrupa kültürel tarihinin farklı bakış açıları karşılaştırılarak inceleniyor.


(gerçek görseli budur, yukarıdaki resim daha çok hoşunuza gitmiş olsa da lütfen ona itibar etmeyiniz...)

Diğer yandan, kitap daha önce dile getirilmiş birtakım temel sorulara, açıkça dillendirmese de alttan alta cevaplar da barındırıyor: Beden nedir, bedenimiz kime aittir ve dahası. Foucault’nun bu ilk soruya cevap teşkil edecek son derece keskin bir tarifi var: “Bedenim mahkûm olduğum, çıkışsız yerdir.”

İkinci soruya takılanlar için: Sezonun ikinci yarısında, kaburgalarında çatlak ve kırık, bacak üst arka adalelerinde çeşitli derecelerde zorlanmalar gibi önemli sakatlıkları bulunmasına rağmen takım arkadaşlarını yarı yolda bırakmak istemedi, neredeyse her maça çıktı. Son maçta adlığı darbeler yüzünden yürüyemediği için madalyasını almaya gelemedi, gene yürüyemediği için podyuma arkadaşlarının omuzlarında çıktı. Ertesi sabah Milli Takım kampına katılarak üç haftalık yoğun tedavi sonucu Avrupa Kupası grup maçlarının (bu yazı yazılana dek) ikisinde de yer aldı… Sizce Servet Çetin, önümüzdeki yıllarda öğrenim göreceği İstanbul Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda da üzerinde önemle durulacak olan bu önemli kitabı henüz okumadan da bedeninin kime ait olduğu hakkında sağlam bir fikir sahibi olmuş mudur?

Tuba Özay ya da Eda Taşpınar konularına hiç girmek istemiyorum.

Yıllar boyunca okunacak en değerli kitaplardan biri.

Hepimiz semender miyiz?



"Sanat kudrete hizmet etmemelidir."
K. Capek


Semender tarih boyunca insanoğlunu şaşırtmış bir sürüngen, belki de sürüngenler içinde en güzeli. Bazı kültürlerde semenderin ateşten doğduğu düşünülmüş, kimilerindeyse sudan geldiği.

Ağaç kütüklerini yaşam alanı olarak seçen bazı semender türlerine, tutuşan kütüklerden kaçarken ateşten doğdukları düşünülerek Ateş Semenderi denmiş. Bundan dolayı antik mitolojide semenderler ejderhalarla ya da küllerinden doğan Anka Kuşu'yla özdeşleştirilmişler.

Ortadoğu mitolojisindeki balık karnından kurtulan Yunus'un yerini, Japon mitolojisinde su ejderinin (dev semender - hanzaki) karnından kurtulan kahraman balıkçı Hitoshiro almış.

Türkçedeki ismi Farsça sam (ateş) ve enderun (içinde) kelimelerinden gelen semender tarih boyunca enerjinin, gizemin, doğanın dengesinin, büyümenin, yenilenmenin, yeniden doğuşun, aydınlanmanın ve uyum sağlamanın sembolü olarak görülerek sanatçıların en sevdiği çalışma konularından biri olmuştur.

Kutup daireleri arasında kalan coğrafyanın nerdeyse tamamında farklı türleri bulunan bu narin yapılı hayvanlar, yaşam koşullarındaki değişimlere gösterdikleri uyum ve dayanıklılık sayesinde bilim adamlarının da ilgisini çekti. Bugün artık semenderlerin ateşte yaşamadıklarını, ancak derilerini kaplayan kıvamlı salgı tükenene dek ateşe ya da yüksek ısıya uzun süre dayanabildiklerini; on ile altmış yıl arasında, yani birçok hayvan türüne oranla son derece uzun yaşadıklarını; neredeyse on yıl boyunca aç kalmaya dayanabildiklerini biliyoruz. Ancak semenderlerin bilime en fazla ümit veren başlıca özellikleri, bacaklarını ya da kuyruklarını kaybettiklerinde son derece hızlı fakat karmaşık bir biyolojik süreç sonucunda bu organlarını yeniden geliştirebilmeleri kuşkusuz. Yakın gelecekte bu karmaşık biyo-elektrik işlemin insan dokusunda da işletilebilmesi ve bu sayede insan organları üretilebilmesi için çalışılıyor.



Karel Capek'in geçtiğimiz günlerde yayınlanan "Semenderlerle Savaş" adlı romanının semenderleri ise, yazar 1936 yılının sosyo-ekonomik ve politik koşullarını inceden inceye hicvederken, alttan alta büyük bir başkaldırının edebiyata aktarılmasına aracılık ediyorlar. Sömürgeciliği, Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Avrupa'da yükselişe geçen faşizmi, Nazizmi ve silahlanma yarışını, bilhassa Amerika'da yükselen ayrımcılığı son derece net bir şekilde eleştiriyor, ayıplıyor Capek bu en bilinen romanında. Tüm bu saydıklarımızın yanında romanı 2008 yılı Türkiye'sinde okuyup da vahşi kapitalizmin ya da sonuçları önceden kestirilemeyen köşe dönmeciliğin bugünkü tezahürlerinin de yerildiğini düşünmemek olası değil tabii. Bu açıdan bakınca "Rossum'un Evrensel Robotları" adlı tiyatro oyunuyla dünyaya robot kelimesini kazandıran yazarın bazı ülkeler konusunda kehanette mi bulunduğunu, yoksa bazı ülkelerin dünyanın başına 1930'larda örülen çoraplarla yirmi birinci yüzyıl başında henüz yeni yeni mi tanıştığını da sormak gerekiyor belki de.

"Semenderle Savaş" totalitarizme, demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulmasına karşı koyarak, düşündürücü bir insanlık resmi çiziyor çevirmenin önsözünde de dediği gibi. Bugün dahi çok tartışılan "Biz ve onlar" kavramının altını kara mizah yoluyla dolduruyor.

Karel Capek'in romanından önce çevirmen Sabri Gürses'in sakin kafayla okunması gereken "Hepimiz Semenderiz" başlıklı, derin önsözü yer alıyor kitapta. Sonra Rus yazar Andrey Platonov'un romanın 1938 tarihli Rusça çevirisine yazdığı uzun tanıtım yazısı "İnsanlığın "Tasfiyesi" Üzerine" geliyor. Romandan önce okuduğumuz son metin ise Karel Capek'in 1924 tarihli "Neden Bir Komünist Değilim" adlı ünlü denemesi.

Roman, yazıldığı dönemin modern alışkanlıklarına uygun olarak radyoya uyarlanmaya müsait bir girişle, okuyucuyla gayet samimi bir sohbet başlatan bir anlatıcı tarafından açılıyor. Uzakdoğu'da gemisiyle ticaret dışında inci avcılığı da yapan gözüpek kaptan J. Van Toch (adına bakıp Hollandalı sanmayın Çek'tir kendisi) tüm inci yatakları tükenince kendisi kadar cesur yeni dalgıçlar bularak hiç kimsenin dalmaya cesaret edemediği korkunç Şeytan Körfezi'ne gitmeye karar veriyor. Şeytan Körfezi'ne gittiğinde ise yüzyıllardır anlatılan sualtı cinlerinin gerçekten var olduğunu, ancak bunların cin değil kendisi için inci çıkarabilecek dev semenderler olduklarını keşfediyor ve tüm diğer işlerini bırakarak kendini semenderleri eğitmeye adıyor.

Romanın ilerleyen bölümlerinde anlatıcı yerini bazen bir gazete kupürü ya da bilimsel makaleye bırakıyor. Tüm inciler açgözlülükle çıkarılıp ekonomik değerleri iyice düşünce ve nihayet çıkarılacak inci kalmayınca, kapitalistler tarafından ucuz iş gücüne dönüştürülen semenderlerin dünya ekonomisine kazandırılmasını (!) bazıları birbirinden bağımsız kısa öykülerle izliyoruz. Yazarın zaman zaman gayet bilinçli şekilde romanın önüne geçirdiği dipnotlarda bir korsan gemisinin iyi eğitimli, saygın kaptanı semenderleri iki yüzyıl öncesinin Afrikalı köleleriyle bir tutuyor: "Semender semenderdir, (s.147)". Yirminci yüzyıl başının birçok ünlü simasıyla birlikte Bernard Shaw da Daily Star gazetesine görüş bildiriyor: "Bir ruhları olmadığı çok açık bir şey. Bu da onların (semenderlerin) insanlarla ortak yanları.(s. 155)". Bir aktivist hanım semenderlere hak ettikleri iyi eğitimin verilmesi için üçbinden fazla konferans veriyor.

İnsanlar yeni topraklar edinmek için semenderlerin doğal becerilerini kullanarak denizi dolduruyor, setler, rıhtımlar inşa edip adaları birleştiriyorlar ilk başta. Ve sonra giderek dünya ekonomisini ele geçiriyor semenderler. Birinci Dünya Savaşı'nda çavuş olarak görev alan bir semender, semenderlerin Cengiz Han'ı gibi ortalığıkasıp kavurduktan sonra günün birinde diktatörlüğünü ilan ediyor.

Ve bütün bir sistemin, sistemle gelen yıkımların muhasebesini yapıyor yazar, bugün de sık sık tekrar edilen, fakat her nedense pratikte hataları ortadan kaldıramayan sözlerle: "Bunu insanlar istedi, unutma; hepsi semenderlere sahip olmak istedi, ticaret, sanayi, teknoloji istediler; sivil yetkililer, asker yetkililer, hepsi istedi; Povondra'nın oğlu bile böyle söyledi: hepsi bizim hatamız."

Peki, biz bu hataları yapmayı neden ısrarla sürdürüyoruz?


Semenderlerle Savaş
Karel Capek
Çev.: Sabri Gürses
Everest Yayınları, Ağustos 2008

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Ve sonunda Halka Üçlemesi Türkçe'de...


Liseli bıcır bıcır iki kız, büyüklerinin kırk yılda bir kendilerini evde yalnız bırakmış olmasından istifade etmeyi planlamaktadırlar. Ya da izleyici kızların çeşitli gençlik eğlenceleri ile geçirmeyi planladıkları gecenin başında olduklarına inanmaktadır. Oysa kızlar son derece ciddi bir meseleden, içlerinden birinin tam yedi gün önce bir dağ evinde izlediği, lanetli olduğu iddiasındaki bir videokasetten bahsetmektedirler. Konuşmalarındaki gerilimin dozu diğer odadaki televizyonun kendi kendisine açılması ve asla kapatılamamasıyla doruğa çıkar. Bahsi geçen kasedi yedi gün önce tam da o saatlerde izlemiş olan Katie, arkadaşı Becca'nın gözleri önünde acılar içinde aniden can verir. Korkunç olayın şokunu atlamayan Becca ise akıl hastanesine kaldırılır.

Korku filmleri ilginizi çekmiyor olsa bile, yazarının da alçakgönüllülükle dediği gibi, yukarıda kısaca özetlenen öyküyü bilmiyor olmanız mümkün değil.

1998 yapımı kült Japon korku filmi Halka'nın (Ringu), 2002 yılında Gore Verbinski tarafından yeniden yorumlandığı Amerikan versiyonu The Ring, 250 milyon dolarlık baş döndürücü bir gişe başarısı elde etmişti. Halka'yı doğal olarak Halka 2, Sarmal ve diğerleri izledi. Korkunç Bir Film 3 (Scary Movie 3) gibi korku parodilerinden, Family Guy'a, The O.C.'den, Will&Grace'e dek neredeyse tüm popüler televizyon şovlarına az ya da çok konu olmasının da hatırı sayılır yardımıyla Halka, kısa zamanda modern çağın en bildik korku hikâyelerinden biri haline geldi. Bu başarının ardından Japon korku sinemasının kalburüstü filmleri, Hollywood yönetmenleri tarafından birer ikişer tekrar beyazperdeye aktarılmaya başlandı

Japon yazar Koci (Koji) Suzuki'nin Halka filmlerine kaynaklık eden aynı adlı 1991 tarihli başyapıtı, üçlemenin diğer kitapları Sarmal (Spiral, 1995) ve Düğüm'le (Loop,1998) birlikte Temmuz ayında Doğan Kitap tarafından Türk kitapseverlere ulaştırıldı. Suzuki'nin Halka üçlemesiyle bağlantılı olarak yazdığı Gökyüzündeki Tabut (Coffin in the Sky), Lemonheart ve Doğum Günü (Happy Birthday) adlı 1999 tarihli üç uzun öyküsü de, serinin Doğum Günü adını taşıyan dördüncü kitabında bir araya getirildi.

Edebiyatseverler hele de bibliyofiller için sevdikleri romanları konu edinen filmleri izlemek çoğunlukla sevimsiz birer tecrübeden ibarettir. Kâğıt üzerindeki mürekkebin yarattığı büyülü etkinin beyazperdede her zaman yakalanıp yakalanamadığı tartışmalıdır. Halka romanından söz etmeye de, filmden çok farklı olduğunu söyleyerek başlamak gerek. Ne yalan söyleyeyim naçizane bendenizin yüreği Japon korku filmi Ringu'yu izlemeye el vermemişti. Ancak geçtiğimiz hafta başında elime Türkçesini aldığım Halka romanının korku-gerilim janrında elde ettiğin müthiş başarının Hollywood beğenisi ve kalıplarına uydurulmuş The Ring filminden kat be kat ilerde olduğunu söylemeden geçmek yazara büyük haksızlık olur. Fransız filolojisi mezunu ve İngiliz diline de eser verebilecek kadar hâkim olan 1957 doğumlu Suzuki'nin okuyucunun zihninde hedeflediği imge ve etkiyi ilk sayfalardan itibaren hızla ve kolayca oluşturabilmesi hayranlık verici.

Yazarın İngilizceye ve herhalde dolayısıyla birçok dile daha kolayca ve doğru üslupta aktarılabilecek yapıda, çizgi-roman (tabii ki manga!) ya da sinemaya aktarılmaya hazır olarak kurduğu karanlık atmosfer, romanı Japonca aslından çeviren H. Can Erkin'in dinamik ve akıcı Türkçesi sayesinde okuru içine çekiyor ve gerilim, romanın sonuna dek, uygun dozda sürüyor.

Filmde aktarıldığından çok daha derinlikli olan, klasik polisiye ya da kara edebiyat kalıplarına sıkı sıkıya bağlı gelişen öykünün soluksuz bırakan, zaman zaman çaresiz hissettiren müthiş kovalamacası romanın neredeyse üçte biri geçildikten sonra gayet emin adımlarla ve hiç acele etmeden açılıyor. Filmde yerini – herhalde nezaketten olsa gerek – bir kadın gazeteciye devreden romanın başkişisi Japon gazeteci Asakawa, karısının liseli yeğeninin ani ve gizemli ölümünün sırrını açığa çıkarmak istemektedir. Ancak bir süre önce UFO ve hayalet öyküleri üzerine yaptığı yazı dizisi ona kötü bir şöhret kazandırmıştır ve çalıştığı gazetenin yönetiminden yeterli ilgiyi görmez. Asakawa titiz araştırması sonucu taşıdığı laneti başında ve sonunda gayet açık bir şekilde ve hatta yazılı olarak izleyiciye bildiren bir videokasede ulaşır. Görüntüleri okumak için liseden arkadaşı üniversite öğretim görevlisi felsefeci Ryuci Takayama'nın yardımını ister. Hurafelere hiç metelik vermeyen Ryuci ile: "En kötü ihtimalle beraber lanetleniriz topu topu!" diye düşünürlerken, evde izlemeye kalkıştıkları kasedi kazara Asakawa'nın karısı ve üç yaşındaki kızı da izler ve olay içinden çıkılmaz hale gelir.

Ryuci Takayama karakteri üçlemenin ikinci kitabı Sarmal'da romanın başkişisinin otopsisini tamamlayıp dikişlerini bitirdiği halde içinden "Halka" yazılı bir gazete kâğıdı parçası fırlayan bir ceset olarak ortaya çıkıyor. Üçüncü kitap Düğüm'ün kahramanı ise, babasını ve doğmamış çocuğunu ölümcül bir kanser türüne yol açan bir virüs salgınından korumaya çalışırken karşılaştığı, on binlerce bilgisayarın birlikte kullanılması yoluyla yaratılmış sanal evren projesi Loop'un sanal kişiliklerinden biri olarak tanışıyor Takayama ile.

Her üç kitapta da var olan ve öykülerin farklı yönlerinden yaklaştığı bir diğer karakter ise tabii meşum kasedin yaratıcısı Sadako Yamamura adındaki gizemli kadın.

Kitabı okuyacakların keyfini bozmamak için hiç ipucu vermek istemesem de film ile romanın temel farklarından birinin lanetten kurtulmak için yapılması gerekenler olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Filmde hani neredeyse kolayca bertaraf edilebilecek olan lanet romanda son derece karmaşık bir süreç sonucunda ortadan kaldırılabiliyor. Ama aynı hikayeden beslenseler bile, romanlarla filmlerin farklı tadlar vermesi böyle şeylerden kaynaklanmıyor mu? Ödüllü yazar Koci Suzuki'nin eserlerinden sinemaya aktarılan tüm filmlerin senaryolarının oluşturumasına katkıda bulunduğunu hatırlatalım.

1996 yılında ilk kez mangaya aktarılan ve iki yıl sonra çekilen Ringu filminin yarattığı dalgayla internet toplulukları yaratan, romanları ve filmleri açıklamak amacıyla çok sayıda kılavuzu yayınlanan Halka "The Ring" üçlemesi, korku-gerilim-polisiye-kara roman-fantazi klasikleri arasında hak ettiği yeri çoktan aldı.

Türkiye'de 70'li yıllardan bu yana ne yazık ki pek tercih edilmeyen o şahane cep kitabı formatındaki 316 sayfalık Halka, bir taraftan da ekonomik boyutları, hafifliği ve fiyatıyla hoş bir yaz sürprizi.
(Bu yazım Vatan Kitap Dergisi'nin 15 Temmuz 2008 tarihli sayısında yayımlandı.)

“İçeri gir, 007...”



Kaç adet üretildiği bilinen objeler koleksiyoncuların başına beladır. Örneğin 1935 yılında basılan meşhur Kadın Hakları Cemiyeti Kongresi anma serisinin on beşini de Yıldız özel damgasıyla elde etmiş bir koleksiyoncu kendini sonunda tatmin olmuş hissetmek yerine, başka bir damga ya da serinin peşine düşmek zorunda hisseder.

Bu nedenle seri kitaplar ama özellikle polisiye roman dizileri, bibliyofiller için zihinlerinin ve midelerinin bir köşesini her daim meşgul eden birer tatlı beladır. Son yıllarda bu olgunun ticari değerinin iyice anlaşılmasıyla birlikte, isimleri kısa sürede markalaşan, kedili, hırsızlı, harfli vesaire, son derece kaliteli seriler üretilir oldu; bunların haklı başarısı da türün tutkunlarının duydukları açlığı bastırmalarına yardımcı oluyor.

Bu tarz romanların öncüleri arasında Mike Hammer, Philip Marlowe, Sam Spade ve James Bond gibilerinin edebiyat dünyasındaki özel yeri, yaratıcıları öldüğü ya da yarattıkları karakterlerden sıkıldığı hatta bazı yazarlar bu hayali karakterlerle kavgaya tutuştuğu için, yayınevleri tarafından çeşitli yöntemlerle doldurulmaya çalışıldı.

Bu yerinde çabaya bize çok yakın ve efsanevi bir örnek olarak Kemal Tahir’in, Afif Yesari’nin yazdığı, sayısı onlarla ifade edilemeyen içimizden biri tadındaki Mayk Hammer romanlarını vermeden geçmek olmaz. Tabii bu yalnızca bize özgü değil, dünyada da birçok örneği var.

Sinemada hiçbir zaman eskimeyen Bond’lara da yayınevleri bu şekilde destek vermiş, ama sonuçlar bugüne kadar okurları pek tatmin etmemişti. İkisi kısa öykülerden oluşan on dört Fleming Bond’unu düzensiz olarak izleyen birkaç roman ve çeşitli Bond-Fleming biyografilerinden sonra, 1981-1996 yılları arasında John Gardner’ın kaleminden çıkmış on altı; 1997-2002 arasında ise Amerikalı yazar Raymond Benson’ın yazdığı on iki Bond, bazıları sinemada olağanüstü başarılar elde etmiş olsalar da kitap dünyasında orijinal Bond’ların yerini doldurmaktan galiba çok uzak kalmışlardı.

Geçtiğimiz günlerde bir Bond daha, hem de en fiyakalı ve yıllardır yapılmamış bir şekilde okurlarla buluştu. James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in doğumunun 100. yılı olan 28 Mayıs 2008 tarihinde son derece kapsamlı bir etkinlikler dizisi gerçekleştirmek isteyen Ian Fleming Publications, yepyeni bir James Bond romanı, Afyon Çiçeği'ni (Devil May Care) 40’tan fazla ülkede aynı anda piyasaya sürüldü.

Kitap, Fleming Bond’larını yeniden basmaktan, orijinal kapak tasarımlarını sergilemeye ya da bu illüstrasyonlardan posterler ve çeşitli hediyelik ve hatıralık eşyalarla, hatıra pulları ve koleksiyon malzemeleri üretmeye, Genç Bond adını taşıyan bir çizgi roman serisini başlatmaktan, edebiyat toplantıları ve seminerlere uzanan bir bütünün parçası olarak tasarlanmıştı.

Afyon Çiçeği Ian Fleming Publications tarafından özellikle seçilmiş ve görevlendirilmiş olduğu için mahlas kullanmaya ya da kendini herhangi bir şekilde gizlemeye ihtiyaç duymayan, hatta kitabı büyük bir keyifle yazacağını bir yıl kadar önce yayınevinin düzenlediği lansman etkinliklerinde ilan eden popüler İngiliz yazar Sebastian Faulks tarafından kaleme aldı.

1953 doğumlu Sebastian Faulks, Independent gazetesinde altı yıl edebiyat editörlüğü yaptıktan sonra 1992 yılında The Guardian’da başladığı köşe yazarlığını 1997–1999 arasında The Evening Standart’ta sürdürdü, daha sonra BBC için “Churchill’s Secret Army” adlı bir belgesel dizi hazırladı ve sundu. Afyon Çiçeği’ne dek sekiz roman ve bazı biyografi çalışmaları ve denemelerini topladığı kitapları yayınlandı. Türkçede Kuşların Şarkısı (Birdsong, 1993) adlı bir romanı daha yayınlanmış olan Faulks yalnızca bu romanıyla dünya çapında üç milyonu aşkın bir satış rakamı yakaladı. 1995 yılında Britanya Kitap Ödülleri tarafından Yılın Yazarı olarak onurlandırıldı, 1998’de James Tait Black Ödülü’nü aldı, 2002 yılında da Kraliyet CBE nişanına layık görüldü. Halen İngiliz radyo ve televizyonun edebiyat programlarının değişmez yüzlerinden biri; edebiyatın yanı sıra cinsellik, kadın-erkek ilişkileri, yeme-içme, doğa, nostalji konularında da bir çok gazete ve dergiye makaleler yazıyor. 2007 yılında yayınlanan romanı Engleby’ın yurt dışında yarattığı yankılar ise ne yazık ki bize kadar ulaşamadı henüz.

Ergenlik hayalinin taksi şoförlüğü olduğunu itiraf eden Faulks, on beş yaşında bir Orwell romanı okurken ailesinin erkek tarafının geleneğine aykırı olarak, hukukçu değil romancı olmaya karar vermiş. Yapıtlarında bir yandan sanatçı bir aileden gelen sanatsever ve sıkı okur annesinin kendisine kazandırdıklarının, diğer yandan ise hukukçu aile büyüklerinin savaş yılları ve askerlik anılarının etkisinin ağır bastığını hiç saklamıyor. İngiliz eleştirmenlere göre Faulks romanlarının temelini de ikilem, zaman zaman gönlün ikilemi, zaman zaman savaşın ikilemi oluşturuyor. Zaten Human Traces (2005) ve Engleby’dan sonra Bond’u yazması da eleştirmenlerce yazarın çok kişilikliliğin vurgulanmasına neden oldu.

10 Temmuz 2007’de verdiği bir röportajda, Faulks kendisine teklifte bulunulduğunda şaşırdığını ama gururunun da okşandığını anlatıyor: “ … Üç öğeyi diğerlerinden öne çıkardım: Fleming’in yalnız kahramanının çevresinde yarattığı tehlike hissi, oyuncu yazı üslubu ve hiç modası geçmeyecek olan hızlı, kendinden emin muhabir tarzı… Yüzde seksen oranında Fleming olan bir anahat geliştirdim… Taklitçiliğe kapılmaktan korktuğum için onu tamamıyla tekrar etmedim ama bölüm kurallarına ve cümle yapılarına harfi harfine uydum. Kitabımın Fleming’in kitaplarının yanında yer alması gerekiyordu ve bu romanlarda hikâye her şey demekti.”

Fleming’in Jamaica’da, Goldeneye’daki yazlığındaki yazma ritmini de takip etmiş Faulks: sabah bin kelime, sonra abc dalış, bir kokteyl, balkonda yemek, öğleden sonra bin kelime daha, sonra gene Martini ve kadınlar. Faulks bu listeden kokteylleri, öğle yemeğini ve dalışı çıkarmış tabii Londra’daki stüdyosunda ancak bu, romanı Fleming’in reçetesine uygun olarak altı haftada tamamlamasına engel olmamış. Bond bu kez 1963’ün soğuk savaş ortamında, bir hafta bile evli kalamadığı karısının öldürülmesinden sonra Servis tarafından zorunlu hava değişimi iznine yollanmıştır, emeklilik planları bile yapmaktadır. Ne var ki kısa süre sonra M’in emriyle, Paris’ten Hazar Denizi’ne uzanan bir coğrafyada uyuşturucu kaçakçılarının peşine düşer.

Afyon Çiçeği’nin Kural İhlali adlı bölümde, bu başarılı yazarın bir tenis kulübünde oynanan basit bir maçı dahi ne kadar heyecanlı bir entrika haline getirebildiğini görmek okuyucuya keyif veriyor (s. 71–86). Meraklısı için not: Faulks, avukat ve Kraliyet Danışmanı kardeşi Edward ile düzenli olarak tenis oynamayı asla ihmal etmiyor.

Kitabın İngiltere’deki yayıncısı Penguin’in, Bentley ile geliştirdiği ve yalnızca 300 adet basılan ve tüm dünyada ortalama bin dolardan alıcı bularak hemen tükeniveren muhteşem edisyonuna ise şimdilik sadece yutkunarak bakabiliyoruz. (bkz. yukarıdaki resim...)

25 Haziran 2008 Çarşamba

Daha da geç kalmadan...



Ta 27 Nisan'da Kaşkarikas yazmışım.

Hiç kimse sormadı almodrote nedir, nasıldır diye. Ben de unutmuşum, bugün hatırladım. Yaz yemeği, eşlikçisi ya da sadece meze niyetine, sıcak ya da soğuk yenebilen Almodrote tüm lezzetiyle karşınızda...

ALMODROTE DE KALAVASA (Bence bundan ana yemek olmaz aslında, herhangi bir et ya da balık yemeğinin yanında dört, tadımlık olarak ise altı-sekiz kişilik)

MALZEMELER

1 kg. kabak
2 dilim ıslatılmış bayat ekmek içi
1 yumurta
4 çorba kaşığı zeytinyağı
50 gr. beyaz peynir (Ben her şeyle karıştıktan sonra dahi lezzetini hatırlatacak sert bir koyun peynirini tercih ediyorum.)
100 gr. rendelenmiş kaşar
TuzTaze çekilmiş Karabiber
1/2 demet Dereotu

HAZIRLANIŞI

Soyulmuş kabakları rendeledikten sonra elinizle suyunu sıkın. Yoğurma kabında ekmek içi, yumurta, yağ, beyaz peynir, ince kıyılmış dereotu, tuz, karabiber ilave ederek malzemenin iyice karışmasını sağlayın. Karışımı uygun boyda (Almodrote'nin pişmiş yüksekliği 2 cm.'yi geçmemelidir) yağlanmış ve unlanmış bir fırın kabına dökerek 180 dereceye ısıttığınız fırında her iki yüzü de kızarmaya yüz tutana dek pişirin. Daha sonra üzerine rendelenmiş kaşarı serpin ve yeniden fırına sürerek bu kez kızarana dek tutun. Tercihe göre sıcak ya da soğuk servis yapın.

Bence önce sıcakken deneyin ama sonra soğuk meze olarak ne kadar çekici olacağını görmek için bir ikincisini de yapın.

İspanyol mutfağında onyedinci yüzyıla dek havanda dövülen peynir, sarmısak ve yağla yoğrulan ve uygun mevsim sebzeleriyle, değişik etlere eşlik etmek üzere hazırlanan Almodrote, İspanya'da bugün tapaslar arasında yer alan tadımlık bazı türevleriyle yaşamını sürdürüyor. Patates ağırlıklı Tortilla'yla benzerliklerini görmemek mümkün değil. Onbeşinci yüzyılda İspanya'dan göç eden Yahudilerin mutfağında ise Almodrote'de sarmısaktan uzaklaşılırken, yumurta eklenmiş. Günümüzde en popüler diğer Yahudi almodrotesi türü de patlıcanlı: almodrote de berencena...

20 Haziran 2008 Cuma

Serinleticiler... Bir de, yengeci unuttuk mu sandınız?



Mine "Yandım Allah!"dedi geçende, hiç tınmadık. Dun aksam benim aklıma geçenlerde çevirisini yaptığım iki hızlı ve pratik reçete geldi. Bir aperitif ve bir dijestif kokteyl. Onları ileteyim bari dedim.

Hani bu yaz en makbul yemek yengeç olacaktı? Onu da ne çabuk unuttunuz beyau sevgili Gourmet sakinleri? Aşağıda gösterişli bir yaz aksamı girişi bulacaksınız.

Kokteylimiz ise rakı ile kokteyl olur mu sorusuna da çok zarif bir cevap niteliği taşıyor aynı zamanda. Denendi, onaylandı. Aynı adı taşıyan bir çok benzerinden anasonla ayrılıyor.

Daha sert bir rakı kokteyli isteyenler için ise 89 yazında Antalya Kemer'de eski, kurt bir barmenden öğrendiğim ve onbeş gün boyunca her aksam bir-iki tane içtiğim bir bomba var. Tabii renkler ve zevkler tartışılmaz. 3 cl ( 30 ml) buz gibi soğuk rakı ve 3 cl kanyak üst üste longdrink kadehine konarak hafifçe karıştırılacak, buz konmayacak. Tabii içerken dikkat edilecek. Ben dikkatsizlikten bunun adini öğrenememiştim. Gençlik de vardı o zaman belki de ondan. Beni kandırdı desem o da değil, valla barda bunu gören içmeye başlamıştı, o hafta bayağı da sattı ben oradayken ama... Bu kokteylin çok serinletici olduğunu iddia edemeyeceğim. Serinletici isteyenleri aşağıya doğru alalım...


Yengeç Milföy
Limon ve Pembe Sos Eşliğinde Acı ve Serin Yengeç Lokmaları

Malzemeler (dört kişilik)


200 g ayıklanmış ya da hazır yengeç eti
2 yeşil limon
yarım demet taze kişniş
yarım demet Frenk soğanı
2 sap taze soğan
2 kuru soğan
3 diş sarımsak
1 demet taze yabani kekik
1 kg domates
zeytin yağı
Tabasco sos
tuz ve karabiber

Hazırlanışı


Domatesleri soyun, çekirdeklerini ayıkladıktan sonra küp küp kesin. Kuru soğan ve sarımsakları soyup faredişi doğradıktan sonra bir tavada zeytinyağında pembeleşene dek kavurun. Ezdiğiniz domates küplerini, taze dağ kekiği ve biraz karabiberle birlikte tavaya ekleyin. Domatesler suyunu tamamen çekinceye dek kısık ateşte pişirin. Tuzunu biberini kontrol ettikten sonra soğuması için buzdolabına kaldırın.

Yengeç etini yeşil limon kabuğu rendesi ve limonların suyuyla yoğurun. İnce kıyılmış frenk soğanı, kişniş ve taze soğanla karıştırın ve birkaç damla Tabasco sos ve biraz zeytinyağı ekleyin. Tuzunu biberini kontrol ettikten sonra tercihen bir ya da iki saat buzdolabında soğutun.

Daha önceden hazırladığınız ya da hazır aldığınız 4 cm çapında ve 6 cm yüksekliğinde milföy rulolarına bir kat yengeç bir kat pembe sosu yerleştirerek, baharlı otlardan bir salata, tercihen rokayla birlikte soğuk olarak hemen servis edin.

Espresso Martini

Malzemeler
37,5 ml Votka
25 ml Espresso
12,5 ml Grenadine (Şeker şurubu)
12,5 ml Sambuca (olmazsa yumuşak içimli rakılarımızdan biraz olur mu acaba? Olur olur…)

Hazırlanışı


Sambuca’yı Martini kadehine koyun. Espresso ve Votka ile grenadine şurubunu shaker’a koyarak üstünü aldığı kadar taze buzlu doldurun. On saniye boyunca sıkıca çalkalayın. Kadehte bekleyen Sambuca’yı kadehin tümünde gezdirdikten sonra dökün. Shaker’daki kokteyli Martini kadehine süzdükten sonra yıldız anason tanesiyle süsleyerek servis edin.

Afitos...

19 Haziran 2008 Perşembe

Ellere var da...



TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, bir ay kadar önce Giresun’un Kümbet Yaylası’nda bir tesiste içki satılmadığını görünce şaşırmış, kızmış, esmiş, gürlemişti vesaire…

Ben ise Ulusoy’un söylediklerine takılmıştım: "Bu tesislerde alkollü içki olmaması belki doğrudur. Bizim insanımız su içse bile tüfeğine sarılır. Ancak bir haftalığına Alman bir kafile getirdin buraya, ama bira yok. Su içmiyor adamlar zaten. Böyle bir hakkın yok. Turizm diyorsunuz, tanıtım diyorsunuz, tesislerinizi de yapıyorsunuz ama eksik yapıyorsunuz. Bana sorarsanız burası alkolsüz olmaz." DHA’nın Ulusoy’un sözlerinin ne kadarını ne şekilde aktardığı üzerine fikir yürütmeyeceğim ama buna benzer bültenlerde cümlelerin ve ifadenin muhabirin insafına kaldığına dair bilgimin ne yazık ki her geçen gün yeni tecrübelerle pekiştiği bir iş yapıyorum.

Sayın Başkan demiş ki: “… belki doğrudur.” Nedir?.. Tamam, doğru göreceli bir değer olabilir ancak devamında gelen cümle “belki”yi açıklaması yönünden ayrı bir önem kazanıyor. İçince tehlikeli oluyormuşuz tespitinde bulunuyor Başkan. Tabii bunu duyunca etraftakiler de “E vermeyeceen sen bunnara alkolu o zaman bişe olmaz tabi bak!”diye kafa sallamış olabilirler mi acaba?

Maarif Nazırı Haşim Paşa’ya ve gene Maarif Nazırı Emrullah Efendi (herhalde o da paşa olsa gerek) atfedilen, daha sonra Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in de zikrettiği “Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel idare ederdim.” vecizesinin, devlet ve yönetim anlayışımızdaki yeri, ironiden realiteye doğru her geçen gün biraz daha kaydırılıyor.

Ama Sayın Başkan’ın sonraki vecizeleri benim içimi iyicene yaktı. Mealen “Turiste karşı mahcup oluruz.” diyerek, aslında ister istemez hepimizin derinlerinde gizlenen o ezik psikolojinin yaklaşımını dışa vuruyor. Yani “Yurdum insanına bu kadarı yeter ama mesela Alman’a yetmez” mi? Bu “Aman komşulara mahcup olmayalım; elalem ne der sonra” kalıplarında kendini kabul ettiren, daha birçok örneği verilebilecek bir düşünce yapısının dışa vurumu.

Evlerinde yaşamlarını yan cepheye bakan küçük oturma odasında geçirip, daha düzgüncene bir ev hali olanağı sunabilecek konum ve boyuttaki salondaki eşyalarının üstünü örtüp bir de kapısına da kilit vuran; giysilerini bayramlıklar, misafirlikler ve diğerleri diye sınıflandıran davranış tarzının dışa vurumu. Hadi gelin iyice abartalım: topluluk içinde hâşâ yapmayıp yalnız kaldığında her türlü edepsizliği arsızca bir zevkle yapan davranış tarzının dışa vurumu. Düzgün yaşamaya, düzgün davranmaya, o salona ya da her gün pırıl pırıl yeni giysiler giymeye hakları yokmuş gibi.

Uzun yıllar bu turist insanının içinde yaşadım mesleki nedenlerle. Doğal olarak da “Turiste mahcup oluruz sonra…” zihniyetiyle çepeçevre sarılıydı dört bir yanım. Turizmin ulaştığı her ülkeye kazandırdıkları kadar kaybettirdikleri de olduğu konusu çok uzun sohbetlerin konusu olur zaten bu yazının konusunun da dışına çıkar. Ama yenilikleri iyi ya da kötü olsunlar umursamadan kolaylıkla benimseyen yurdum halkının turizmin getirdiklerine kolayca uyum gösterdiğini ve bunları işine geldiği gibi modifiye ederek hayatlarının değişmez parçası haline getirdiğinden dem vurabiliriz.

Hayatımızda kendimiz için yaptıklarımızı, en az başkaları için yaptıklarımız kadar önemsememiz gerektiğini düşünen, herkesin de benim kadar bencil olma hakkına sahip olduğunun farkında bir bencil olarak, şimdi kendi kendime soruyorum:

Elin Alman’ının hakkı var da benim yok mu Sayın Başkan? O işletmecilerin bana karşı bunu yapmaya hakkı var mı? Hem, İstanbul’un göbeğinde âlâ-ü-vâlâ ile “hizmete soktukları” sözde “taşıttan arındırılmış” Talimhane bölgesinde alkollü içecek servisi yapmayan dört yıldızlı ve daha yüksek kategorilerdeki şık otel sayısı, boğaz kıyısında ya da mesela Acıbadem Caddesi’nde alkollü içecek servis etmeyen şahane lokantaların sayısı tam olarak nedir?

Haftalar önce düştüğüm notları toparlamaya, dün Radikal gazetesinde okuduğum Mısırlı işletmecilerin tepkisi uyandırdı beni. “Vay be, dedim, adamlar ne tepki koymuş!” Darısı başımıza…

Suudi’nin içki yasağı Mısır’ı karıştırdı

Mısır’da süperlüks Grand Hyatt Otel’in Suudi Kraliyet ailesine mensup sahibi Abdülaziz İbrahim’in geçen ay tam 2 bin 500 şişe içkiyi tuvaletlere döktürüp sifonu çektiği ortaya çıktı. Batılı turistle dolup taşan Mısır’daki turizmciler ayaklandı. Turizm bakanı Garranah oteli uyardı

KAHİRE - (afp) İstanbul’da Goldenhorn Oteli’nin ‘AKP izin vermiyor’ gerekçesiyle turistlere yaptığı alkollü içki servisini vatandaşlardan esirgemesinin büyük tartışma koparmasının ardından, turizmden büyük gelir elde eden Mısır’da süper lüks bir otelin İslam adına içki servisini durdurması bomba etkisi yarattı. Üstelik söz konusu otel, Amerikan oteller zinciri Grand Hyatt’ın Mısır başkenti Kahire’deki uzantısı. Gelgelelim Nil Nehri’ndeki haliçte nefes kesen manzaraya sahip beş yıldızlı otelin sahibi Suudi kraliyet ailesinden Abdülaziz İbrahim. İbrahim, geçen ay stoklardaki tüm alkolden kurtulmaya karar verince, 2 bin 500 şişe tuvaletlere dökülmüş, Amerika’daki merkez de haberdar edilmemiş.

‘Menüye sadece tavuk koymak’

Mısır Otelciler Birliği Başkanı Fethi Nur “Otelcilik kurallarını ihlal eden bu kararla 300 bin dolarlık içkinin üzerine sifon çekilmiş” tepkisini gösterdi. Nil kıyısındaki prestijli Hilton Oteli’nin de sahibi olan Nur, alkol yasağını menüye sadece tavuk koymakla kıyaslarken, geçen hafta Suudi şeyhiyle konuşup ‘Ya alkol servisi yeniden başlar ya da otelcilik hayatınız biter’ resti çektiğini belirtti. Nur, “Son mühlet 2 Temmuz. Alkol geri dönmezse yıldızı ikiye inecek ve otelin değeri de buna göre düşecek” dedi. Grand Hyatt Kahire, internetten içki satmadığı ve içilmesini de yasakladığı anonsu yaparken, Chicago merkezindeki sözcüsü “Bu bizim kararımız değil. Müzakere ediyoruz” açıklamasını yaptı.

Yasak, Mısır turizm sektöründe deprem etkisi yarattı. Geçen yıl 11 milyon turisti ağırlamış Mısır’ın gayri safi milli hasılasının yüzde 11.6’sı ile döviz girdisinin yüzde 20’si turizm kaynaklı, çalışan nüfusunun yüzde 12’si bu sektörde istihdam ediliyor. Her işin İslam’la içiçe geçtiği Mısır’da anayasaya göre yasaların İslam hukukuna uygun olması gerekse de alkol yasağı bulunmaması turizmin yüzü suyu hürmetine. Dolayısıyla Turizm Bakanı Züheyr Garranah olayla ilgili “Turizmde öyle bir patlama var ki, bozulmasın diye parmaklarımızı çaprazlıyoruz. Sektörü düzenleyen kurallara herkes uymalı” dedi. İkiden fazla yıldızlı her otel alkol servis etmek zorunda. İdareci şirket varken otel sahiplerinin işleyişe karışmasına izin verilmiyor. 11 Eylül saldırılarınden beri Körfez’deki Arap krallıklarının vatandaşları ABD, Britanya ve Fransa yerine Mısır’a gitmeyi tercih ediyor. Kahire’ye yılda en az 400 bin Suudi turist geliyor ve hiçbiri ülkelerinde yasak olan alkolün burada satılmasından rahatsız gözükmüyor. Ama Körfez’de mümin turistleri memnun etmek için içki servisi yapmayan İslami otellerin sayısı artıyor, Dubai’deki Taç Sarayı, Tamani gibi oteller buna örnek. Nur “Fena fikir değil, ama Mısır’da buna talep yok” dedi. Mısır’a giden turistlerin üçte ikisi Avrupalı. Mısır şarabının yüzde 80’ini 1.5 milyon Rus tüketiyor. El Ezher Üniversitesi’nin İslami Araştırmalar Merkezi’nden Şeyh Abdülbaki ise “Alkol yasağı çok iyi fikir, çünkü İslami otel seçeneği sunuyor. Alkol, insani hayvan konumuna indiriyor” görüşünde.


DHA’nın yazının başında sözü geçen haberini okuyup siz de Sayın Başkanın duygularına katılabilirsiniz ya da katılmayabilirsiniz:

İçkisiz Albayrak tesisi TÜRSAB’ı kızdırdı
Kaynak: Hakan Kabahasanoğlu - DHA/Hürriyet

Kümbet Yaylası'nda içki yasağı.

Karadeniz Gezisi kapsamında Giresun’un Kümbet Yaylası’na giden Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Yönetim Kurulu Başkanı Başaran Ulusoy ve beraberindeki heyet, Albayrak Grubu tarafından işletilen Koçkayası Tesisleri’nde "içki yasağı" sürprizi ile karşılaştı.

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, bu tür yasaklarla turizmin gelişemeyeceğine dikkat çekerek, olaya tepki gösterdi.
TÜRSAB Yönetim Kurulu üyeleri ve tur operatörlerinden oluşan kafile, Karadeniz gezisi kapsamında dün akşam Giresun’un Kümbet Yaylası’na çıktı. Burada Giresun Valisi Mustafa Taşkesen’le birlikte incelemelerde bulunan TÜRSAB Yönetim Kurulu Başkanı Başaran Ulusoy ve beraberindekiler, yemek için ise yayladaki Koçkayası Tatil Köyü’ne geçti. Alkollü içki satışı yapılmayan tesiste yemek başlarken Başaran Ulusoy, yanlarında getirdikleri içkilerin servis yapılmasını istedi. Tesis müdürünün, "Tesisimizde içki içilmesi yasak" sözleri karşısında, Ulusoy ve beraberindekiler şaşkınlıklarını gizleyemedi. Ulusoy, tatsızlık çıkmaması için getirilen içkileri araçlara geri gönderdi. TÜRSAB üyeleri de uygulamayı eleştirirken, yemeğe katılan Vali Mustafa Taşkesen olayla ilgili yorum yapmadı.

Alman kafile gelse…

Yemeğin ardından beraberindekilerle birlikte tesisten ayrılan Ulusoy, içki yasağıyla ilgili basın mensuplarının sorularına ise şu yanıtı verdi: "Bu tesislerde alkollü içki olmaması belki doğrudur. Bizim insanımız su içse bile tüfeğine sarılır. Ancak bir haftalığına Alman bir kafile getirdin buraya, ama bira yok. Su içmiyor adamlar zaten. Böyle bir hakkın yok. Turizm diyorsunuz, tanıtım diyorsunuz, tesislerinizi de yapıyorsunuz ama eksik yapıyorsunuz. Bana sorarsanız burası alkolsüz olmaz."

Konstrüktif Nostalji...



Geçen aksam eski dostum Kevork Tavityan’ı Cihangir’de evinin penceresinde görünce dayanamadım, durdum seslendim. Arabayı yirmi dakikalık boşuna bir turlamaca sonunda, gene eski bir dostun yardımıyla, hem de hiç sevmediğim bir marketin önündeki paletleri ve daha bilumum “Buraya park edilmeyiniz ulen!” nesnelerini kaldırarak bırakabildim ve söylene söylene Kevork’un evine seğirttim.

1992 yılının sonuydu herhalde, Defterdar Yokuşu’ndaki o şahane apartmandaki bahçe katı daireyi seçmemizin nedenlerinden en önemlisi tabii yeri, o boydaki evdeki müthiş oda sayısı, apartmanın güzelliği, komşular falandı. Ama etrafın sessizliği, sükûneti, her daim ücretsiz park yeri bulunabiliyor olması da çok hoşumuza gitmişti. Ayrıca yürüyerek ulaşılabilecek mesafede bir-iki pastane ve muhallebici, bir buçuk market, iki üç bakkal ve yanı başında bir yufkacı vardı. İkimiz de çocukluğumuzu Yeşilköy’ün en güzel zamanlarında geçirmiştik galiba, mahalle havasını gene yakalayabileceğimiz için mutluyduk.

2003 yılı sonunda o şahane bahçeli ev artık iyicene küçük gelmeye başladığında yeni bir ev aramaya başladık. Zaten bahçenin tadı da kaçmıştı. O koca adanın içindeki uçsuz bucaksız teraçalı ve dolayısıyla da hiç kimsenin birbiriyle görüşmek zorunda kalmadan kendi halinde mayıstan ekime dek sakin bir yaşam sürdüğü bahçe, tam da bizim evin karşılarına denk düşen, -bence ziyadesiyle uyduruk- bir caféden gelen her telden müzik sayesinde sinir bozucu hale gelmişti. Mahallenin de tadı kaçmıştı çünkü on metrede bir biten ve türlü dillerden apartma isimler verilen onlarca irili ufaklı ve kendini idare etmekten aciz caféciğin her biri ayrı telden çalıyordu. Akşamüstleri bunların kapılarında biriken ve gün geçtikçe şıklaşan otomobiller birbirinden acar ve mahir değnekçilerin marifetiyle ne park yeri, ne de ilerleyecek trafik bırakıyordu.

Galiba her şey Leman dergisinin Beyoğlu’nun arka sokaklarından kurtulup gene Defterdar Yokuşu’nun aşağılarında bir binaya geçmesiyle başlamıştı. Kemal Aratan’ın meydandaki caminin altında taksicilerden başka müdavimi olmayan iki çayhaneyi sayfalarında çizmesi, o zamanlar toplam dört-beş masası ve on beş-yirmi sandalyesi olan iki dükkânın masa sayısını hızla artırmış, kaldırıma iyice taşmalarına önayak olmuştu. Sonra da koptu Cihangir biliyorsunuz, ya da hala moda mıdır o ifade bilmiyorum ama, yıkıldı!

Birdenbire patlayıveren hareketlilik ve çekim yüzünden, birkaç metrekarelik ve müsait her aralık, orada olması aslında hiç de gerekmeyen farklı bir ticaret kolunun daha girişimcileri tarafından kapışılıyordu. O hızla olur olmaz inşaatlar yapıldı, restorasyon adı altında; sonra fiyatlar uçtu gitti, derken biz de Cihangir’den uçtuk sonunda.

Şimdi Cihangir’in o eski hallerini anımsatan Harem’deyiz ve aynı deniz manzarasını daha normal bir kira karşılığında seyrediyoruz.

Bu kadar söylenmek yeter, sadede gelelim. Cihangir’den Uzakdoğu seyahatleri ve bir de Kadıköy’de açılan Süreyya Operası’ndaki temsilleri dışında pek uzaklaşmamayı tercih eden Kevork’la biriktirdiğimiz sohbetleri ekledik ucuca.

Bir ara, Kevork bana hiç vakit ayırmak istemediğim facebook’daki efsanevi “Dolma” grubundaki son gelişmeleri anlattı. Bizim evde Özlem-Kevork-Yako oburlarının düzenlediği mutat davetlerden birine yaptığımız mönü kartını bulmuş bilgisayarında, onu yollamış gruba. Müthiş de sükse yapmış. Benzer anlayışta bir kartın seneler önce Aya Triada’nın yanında açılan ve maalesef ömrü çok kısa süren Soho’da tasarlandığını görmüş ve çok sevinmiştim. O zamanlar saklamayı hiç düşünmediğim o kartı şimdi bana bulabilecek olanın kırk yıllık hatırı olur vallahi.

Ben kaybetmiştim galiba o bizim mönüyü, bana da yollayıverdi hemen. Sizinle paylaşmamak olmaz şimdi (her hakkı mahfuzdur, kopiraytı yukarıda adı geçen üçlüye aittir, kopyalanması ayıptır, istendiği takdirde sipariş üzerine aynı ekip tarafından size de itinayla mönü hazırlanır):



Kalkan Havyarı, tava
Kalkan Junior
*
Ruhum Ege’de kaldı, vicudum geldi
Le Karakuru - Tchiroz
*
Babil’in Asma Bahçeleri
ya da
Doğu Akdeniz kıyısı yeşilleri buketi
Eden Garden
*
Akçaabat usakları usulü kabuk, bığılama
Moules Marinières
*
Mercan, Tava
Nurcan sur Le Poêle
*
Zilli Zarife
Barbunyas Frites
*
Maço
Turbot Frit
*
Midye salma
Ulaganç
*
Altınbaş Rakı
Raki Tête de Turc
*
Yurdumun güzel Ekmeği
Pains
*
Kırmızı Soğan
Allium Cepa Rosa
*
Su
Acqua Velva di Terkhosse
*
Artık ne meyva-tatlı falan getirdinizse
Bonjour de Paris!



Afitos!

10 Haziran 2008 Salı

İki tarif, kümes hayvanlarından gına gelenlere...


Geçen pazar gurme grubundan az sayıda katılımcıyla her türlü hava muhalefetine karşın -inanılmaz ama Kalamış’ta güneş insanın içini ısıtırken, Levent’te nohut boyunda dolu yağıyor, Kağıthane deresi ise ani bastıran yağmur nedeniyle sel olmuş taşıyordu- İstiklal Caddesi’ndeki Chef’s atölyesinde harikulade bir akşamüstü geçirdik.

Tanıdığımızı sandığımız en basit bıçaklar gibi aletler hakkında ne kadar az şey bildiğimizin farkına vardık, daha önce haberdar olmadığımız muhtelif mutfak alet edevatıyla tanıştık, patates kızartma gibi basit işlemlerde yaptığımız hatalardan bahsettik ve sonunda yemek yaptık…

Mönüden bahsedelim biraz: Bouillabaisse, tamamıyla modern ve sıra dışı bir fish and chips yorumu, sıra dışı bir salatalık salatası ve artan malzemeler çöpe gitmesin diye uydurulmuş bir röşti. Yani bir Fransız, bir İngiliz ve bir İsviçreli vardı mönüde.

Bouillabaisse’i anlatmayı günün diğer katılımcılarına bırakarak (uzun geldi şimdi nedense), salatayı da es geçerek, fish and chips’i ve galiba daha evvel de bahsi geçen röşti’yi kafama göre anlatmak istedim size.

Fish And Chips (Tadımlık olarak 6, ana yemek olarak 2, gurmanlar için 1 kişilik)

İki adet orta boy levrek (standart porsiyonluk çiftlik levreği olabilir)
Yarım kilo kadar kızartmaya uygun, irice patates
Birkaç sap maydanoz, dereotu ve istenen diğer taze otlar
Tuz, karabiber
Zeytinyağı,
Kızartmak için yağ

Levreklerden kılçıkları ve derisi tamamıyla ayıklanmış filetolar çıkarılır ve filetolar parmak eninde kesilir. Uygun bir kaba zeytinyağı, çok ince kıyılmış taze otlar, tuz ve karabiberle birlikte konarak, malzeme balıkların her yanında eşit olana dek nazikçe karıştırılır. Kap örtülür ve bir saat kadar buzdolabına kaldırılır.

Patatesler yıkanır, soyulur ve rendenin kalın tarafıyla mümkün olduğunca uzun parçalar alınacak şekilde rendelenir. Derince bir kapta bolca suyun içine konur ve bu su birkaç kez değiştirilerek patatesin nişastasından ayrılması sağlanır.

Patatesler hazır olduğunda, suyu iyice süzülerek bir yumurta, tuz ve istenen baharattan biraz eklenerek yoğrulur. Ben birçok balıkta azıcık zahter kullanıyorum, Lübnan mutfağında çok kullanılan ve balık kızartmasına dozu kaçırılmadığı sürece çok özel bir dokunuş katan bir baharat. Eser miktarda, bir çimdik köri de şaşırtıcı sonuçlar veriyor. Ancak Tuba Abi’nin (Uca) sözlerini unutmayalım, tüm bunlar aslında taze balık bulamayan mutfak kültürlerinin dümenleri, dolayısıyla balıklarla baharat kullanırken esas olanın balık olduğunu asla unutmamak gerek.

Bu karışımdan sol avuca alınan yeterli büyüklükte bir parçanın ortasına, buzdolabından çıkarılan balık parçalarından iki ya da üç tane konur ve içli köfte misali kapanarak şekil verilir. Ancak bu şekil alıştığınız içli köftenin üçte, dörtte birinden daha tombul olmasa iyi olur.

Bir mutfak havlusunun üstüne dizilen balıklar biraz dinlendirildikten sonra, çok derin olmayan yağda, tavadan gözler pek de ayrılmadan kızartılır ve yağının süzülmesi için gene mutfak havlusunun üzerine alınır.

Tabii ki sıcak servis edilir.

Haa gelelim röşti’ye… Gerçekten uslanmaz bir obursunuzdur, patatesler yarım kilo falan dinlememiş evdeki tüm patatesi belki lazım olur diye rendelemişsinizdir. İşte o zaman röşti yapıyorsunuz bir de…

Röşti (Tadımlık olarak 6, kahvaltı ya da ana yemek olarak 2, gurmanlar için 1 kişilik)

Yarım kilo patates,
1 yumurta
Zeytinyağı ya da tereyağı,
İstenen taze otlardan birkaç sap
Küçücük bir soğan ya da renk versin diye iki sap taze soğan,
Tuz, taze çekilmiş karabiber (varsa kırmızı, beyaz ya da yeşil tane biber de neden olmasın?), müskat

İstenen şekilde rendelenen patatesler, gene birkaç kez sudan geçirildikten sonra iyice süzülür, bir yoğurma kabında bir yumurta, zeytinyağı, gayet ince kıyılmış soğan, taze otlar, tuz, taze çekilmiş biber ve bir tutam müskatla iyice karıştırılır.

Eğer istenirse bu karışımın içine güzel eriyen herhangi bir peynirden biraz, ya da örneğin sabah kahvaltısının ana öğesini oluşturacaksa ince kıyılmış biraz jambon (tekrarlama ihtiyacı hissediyorum, asla blok ya da pres jambon olmamasında fayda var), ya da varsa bacon katılabilir.

Genişçe bir yapışmaz tavaya tercihen son derece lezzetli bulduğunuz tereyağından, yoksa herhangi bir yağdan bir tatlı kaşığı konarak, ısıtılır. Tava kızdığında karıştırma kabındaki karışımın tümü, dibinde kalan sosa benzer kıvamdaki karışım da dâhil olmak üzere dökülür.

Altının kızardığına kani olunduğunda tavanın altı yarım ateşe dek kısılır ve sekiz-on dakika kadar bu şekilde pişirilir. On dakika sonra bir tabak kapatılarak çevrilen röştinin altı açılarak gene yüzeyinin kızarması tavadan kolayca ayrılacak kıvama gelmesinde sonra ateş gene kısılır ve beş-altı dakika kadar daha kendi buharıyla ama kapaksız olarak pişmeye bırakılır.

Röştiniz artık her türlü tava akrobasisine uygundur, bu kez tabakla döndürmeye artık gerek yoktur. Bir iki kez çevrilerek her iki yüzü de aynı altın sarısı, ya da kırmızı rengi aldığında servis tabağına alınır ve kesilerek spatulayla ve tabii ki sıcak olarak servis yapılır.

Ketçap koymayın, yazıktır…

Afitos.

Kümesteki tilki...


bu nedir yahu?

Geçenlerde Zekiye gurme grubunda tavuk da tavuk deyince aşka gelip peş peşe iki tavuk yazmıştım.

O günlerden birinde deep-freeze’in derinliklerinde bir hindi göğsü ilişti gözüme, hani şu kuzu budu boyunda olanlardan… Önceki gün çarşambaları kurulan Selimiye pazarındaydık. “Sebze de yok ki canım artık…” diye burun kıvırarak falan da olsa bin bir türlü sebze meyveyle dönmüştük eve. Onların arasından pazıyı kestirdim gözüme, bir de taa ne zamandır sabah kahvaltılarımızın neşesini teşkil eden o koca halis Kayseri pastırması kutusunu. Tam bir "ready-steady-cook" durumu yani. Bu tarifi sizden esirgemek olmazdı tabii, buyrun efenim.

Pazı Yatağında Pastırmalı Hindi Göğsü (2–4 kişilik)

Bütün hindi göğsü (1 kg. civarında tek parça),
15 yaprak pazı,
Çok ince kesilmiş 60–100 gram kadar pastırma (çemenli olması tercih edilir),
15 adet kokteyl domates,
Küçük bir baş soğan,
2 çorba k. sızma zeytinyağı,
1 çorba k. soya sosu
Tuz, karabiber, müskat

Hazırlanışı

Bütün hindi göğsü döküm bir tavada, harlı ateşte her yanı istenen rengi alan dek hızlıca kızartılır.

Yıkanan pazı yapraklarını hindi göğsüne uygun ve derince bir fırın kabının dibine döşenir. Küçük bir soğan faredişi doğranır, pazıların üstüne hindinin geleceği yere serpilir. Soğanın üstüne pastırma dilimleri dizilir ve hindi göğsü yerleştirilir. Hindi göğsüne bir tutam müskat ve taze çekilmiş karabiber serpildikten sonra, pastırma dilimleriyle kaplanır ve çevresine bütün kokteyl domatesler konur.

Öncelikle hindinin üstüne, sonra kenardaki domates ve altındaki pazıya zeytinyağı ve soya sosu gezdirilir.

Hindinin çevresindeki domateslere azıcık tuz serpilir.

Tüm tepsi uygun boyda bir fırın torbasına yerleştirilerek 180–190 dereceye ısıtılmış fırında iki buçuk saat ya da istediğiniz rengi alana dek pişirilir. Benim kriterlerimden başlıcası, fırın kabının dibindeki suyun, sosun, jus’nün uzunca süre fokurdaması sonucunda çevresindeki her şeyden biraz alarak homojene çok yakın bir kıvam edinmiş olmasıdır.

Fırın torbasını dikkatlice keserek hindiyi dilimleyin ve tepsideki pazı ve domateslerin üstünde sıcak servis yapın.

(Bizim hindinin üstüne dokundurduğumuz bıçak sıcak tereyağındaymışçasına aşağıya kaydı.)

Tepsinin dibindeki suyu birer çorba kaşığı tereyağı ve krema ile küçük bir sos tenceresinde iyice karıştırıp hızlıca bir taşım kaynatarak tabaktaki yemeğin üstüne gezdirebilirsiniz.

Afitos.

(Yako’nun püf noktası: Pastırmanın çemeni kullanıldığı takdirde ki ben kullanmayı tercih ederim, hindi için yukarıdakilerden başka tuz ve baharat kullanmaya gerek kalmayabilir. Ancak çemensiz pastırma kullanılması durumunda örneğin yalnızca bir çorba kaşığı soya sosunun yetersiz kalacağı hesaplanmalıdır. Hassas burunlar için not: iki buçuk saatten fazla bir süre buharda pişen çemen duyularınızı pastırmalı yumurtadaki kadar çarpmayacaktır.)

4 Haziran 2008 Çarşamba

Uçan tavuk!..



(Selçuk Erdem bu defa bizi çok fena yapacak)

Bu da "Az önce yolladığın tarif Zekiye'yi kesmez, ona daha alafurtanfuni bir şey lazım!" diyen Mine'ye cevaben on onbeş dakka sonra yolladığım günün ikinci tarifi, emrinizde...

Tavuk göğsünden gayet ince, benim krep boyutunda tercih ettiğim (kasaba şnitzele hazır denebilir) parçalar dövdürülür. Bizim kasaplar artik tavuktan şnitzel çıkaramıyorlar; o donmuş şeyler var ya avuç içi kadar hep ondan öğrenmişler ona göre hazırlıyorlar, öyle olmayacak.

Olmadı evde sabırla tüm tavuk göğsünden kendiniz yapacaksınız. Hindi göğsü de olur ama o bayağı yufka boyutuna gelir, tuhaf olabilir.

Uygun bir taze sari peynir (taze kasar bile olur), biraz rokfor ya da blue cheese, her bir tavuk parçası için bir dilim dana jambon (Amman pres olmayacak, gerçek jambon olacak etin dokusu hissedilecek, füme de olur), maydanoz, azıcık dereotu, mantar, azıcık domates, taze biberiye, taze kekik, taze fesleğen, Frenk soğanı, sarmısak ve taze iç badem bulunur.

Tezgâha serdiğimiz bir parçanın üstüne önce taze sarı peynir, sonra jambon, sonra mantar-rokfor-domates, maydanoz, dereotu, taze kekik, tuz-karabiber, taze biberiye karışımı konur. Tavuk istenen şekilde bir bohça şeklinde sarılır, açılmasından korkuluyorsa, bir kürdanla tutturulur ya da yemek ipiyle dikilir.

Yok, bu da yetmez diyorsanız ve sabrınız da varsa parça kapanmadan bir kat daha taze peynir ve bir kat daha tavuk konur. Tost falan gibi bir görüntü alacak bu eser bu kez bir kek, ya da büyük bir kurabiye kalıbıyla, pasta kalıbıyla itinayla kesilir. Bu kez dikmekten başka çare kalmamıştır.

Hazırlanan çakma cordon-bleu'ler una, yumurtaya ve içine dövülmüş iç badem katılmış galeta ununa bulanarak kısık ateşte sabırla kızartılır. Koyu bir altın sarısı rengini alınca, kırmızı altın diyelim, tavadan alınır ve yağının süzülmesi için mutfak havlusu üzerinde dinlendirilir.

Kızartma olmaz ki bizim evde diyenler tavuk bohçalarını azıcık yağ eklenmiş döküm bir tavada iyice kızarana dek mühürleyip, sonra da tavaya biraz şarap ekleme, şarap bir taşım kaynayınca kapak koyup ateşi kısmak ve buharda pişirmek yoluna gidebilirler.

Serviste üzerine taze fesleğen, Frenk soğanı, çok azıcık rendelenmiş sarmısak serpilebilir, bademle de süslenebilir. Azıcık tereyağı da ısıtılıp, dikkat buyurunuz kızdırmak demiyorum, tavuğu serviste parlatmak için kullanılabilir. Sarmısak bu yağa da katılabilir.

Tavuğun daha da uçması isteniyorsa, alüminyum folyodan kanatlar yapılıp tabakta iki yanına kürdanla tutturulur artik.

Ama unutmayın, tavuk uçmaz.

Alçak tavuk!..


(karikatür Selçuk Erdem'in affına sığınarak)


Geçtiğimiz günlerde Zekiye gurme grubumuza bir tavuk tarifi aradığını yazınca yazdığım tariflerden ilki, şimdi tüm hem yemek hem de gösteriş seven dostlarımızın emrinde:

Bulunabilecek en büyük tavuk, tercihen koy tavuğu alınır. İki kilo civarında falan olursa bari zahmete değer. Yıkanır, tütsülenir, temizlenir falan.

Çok büyük olmayan bir fırın kabına, rahatça, sırtı yere bakacak şekilde yerleştirilir.Tavuğun rahat etmesi önemlidir, yoksa gece rüyanızda hesabini sorar.

Buzdolabı açılır, uygun meyve ve sebzelerden seçilir. Benim aklıma hemen soğan, sarmısak, kabak, mantar, domates, elma ya da ayva, bir portakal ya da yarım limonun suyu, mevsim erikleri (hangisi olduğu pek de fark etmez) geldi. Bunlardan birer ya da ikişer tane ya da birer-ikişer avuç, ama lezzet ve dokuları birbirine baskın çıkmayacak şekilde, seçilerek yıkanır, büyük olanlar kabuklarıyla birlikte (portakal ya da limon dışında) parmak seklinde doğranır. Küçükler öyle bırakılır.

Hazırlanan sebze-meyveler bir bolde, bir kaşık bal, azıcık zeytinyağı, daha da az balzamik sirke (azıcık şarap da olur), tuz-karabiber, mutlaka biberiye, mutlaka müskat, taze kekik, taze fesleğen de eklenerek söyle bir karıştırılır.Harcın sığdığı kadarı tavuğun içine, geri kalanı tavuğun üstüne de gezdirerek çevresine konur, tavuğun üstünde parçalar kalması pek iyi sonuç vermez çünkü yanar-simsiyah olur, görüntü faul olur.Fırın kabı, içindeki tavuk ve diğer malzemeyle birlikte bir fırın torbasına geçirilerek, önceden 180–190 dereceye ısıttığınız tercihen konveksiyonlu fırına (hani pervaneli falan) sürülür. Bu noktada fırın torbasını herşeyi üzerine geçirmek yemeğin façasının serviste bozulmaması için mühimdir.

Merak buyurmayın her boyda fırın torbası mevcuttur, kâğıt ya da alüminyum folyo ne yazık ki o kadar homojen bir pişme sağlayamamaktadır sanki.

Fırın 120–150 dakikaya ayarlanır ve unutulur. O arada güzel bir pilav, salata, elma dilimi patates, patates püresi falan gibi bir şeylerin hazırlıkları yapılır. Bunları hazırladıktan sonra pişirmek sadece 20 dakika alacağı için, hazırlıklar bitince yeni bir sise şarap açılır, şişede havalanmasına göz yummadan orta karar bir kadeh doldurulur ve salona geçilerek bir sigara yakılır. Kitap bıraktığınız yerden alınır, plağın arkası çevrilir ya da yeni bir disk konur.

Ev ahalisi ya da konuklar gelince "Mutfakta hazır duruyor, su pilavı yapar mısın sana zahmet?" denir.Bu formül salata, kızartmaya ya da fırına sürülmeye, püreye hazır patatesler için de geçerlidir.Ahalinin en genç ve güçlüleri göze kestirilerek sofra kurdurulur.

Fırına sürdükten iki saat sonra tavuğa bir bakılır, iyice kızarmış olmalıdır, çevresindeki karışım ise fokurdamaktadır. Hazırlıklar kontrol edildikten sonra fırın kapatılır, tavuk çıkarılır, tezgâhta torbası kesilerek fırın kabında masanın ortasına getirilir. Alçak tavuk nasıl olsa hiçbir şeyin tadını yeterince ya da sizin hayal ettiğiniz kadar çekmeyeceği için servis yaparken yanına ya da üstüne garnitürü de konur.

"Ay çok yoruldum!" deyip ahalinin geri kalanının servis yapması ricasında bulunulur.

Bu son cümle de gösteriş(n)in bir parçasıdır.
Afitos (anlayan anladı 8-)

18 Mayıs 2008 Pazar

Peki, Stephen King'in gerçek adı nedir?..



Çocukluk yılları tamamıyla bir muamma olan New York doğumlu Richard Bachman, gençliğinde bir süre sahil koruma hizmetlerinde çalıştıktan sonra yıllarca ticaret gemilerinde denizcilik yaptı. On beş yıl sonra denizci hayatını terk ederek eşi Claudia Inez’le New Hampshire kırlarında bir mandıra satın aldı. Oğullarını altı yaşında, son derece King’vari bir kazada kaybettikten sonra başka çocuk yapmadılar. Kronik uykusuzluktan mustarip Bachman, akşamları çiftlikte el ayak çekilince, Olivetti’sinin yanında her daim viski bardağıyla, hepsi birbirinden sürükleyici beş roman yazdı. Ta ki 1985 sonlarında şizonomi adında bir kanser türünün pençesinde ansızın hayata veda edene dek. Bachman ardında her biri bir kült haline gelmiş romanlarına tutkuyla bağlı bir hayran kitlesi ve kederli dul eşi Claudia Inez’i bıraktı. Ölümünden sonra romanlarının bazıları filme çekildi, eserlerinden televizyon dizileri yapıldı.

Bachman’ın ölümünden dokuz yıl sonra yeni bir eve taşınmaya karar veren Claudia Inez, toplanırken mukavva bir kutunun içinde çoğu elle yazılmış, onlarca tamamlanmamış öykü ve roman buldu. Buldukları arasında en kolay toparlanabilecek olan Düzenleyiciler başlıklı bir roman gibi görünüyordu. Bachman’ın editörü Charles Verrill, romanın yazarın ilk dönem eserlerindeki tarzda, ama onlardan daha iyi yazılmış olduğunu doğruladı. İki yıllık bir çalışma sonucunda roman Dutton yayınevi tarafından okurların beğenisine sunuldu ve çok tutuldu. Kutudaki diğer taslakların akıbeti ise henüz bilinmiyor.

Ölümünden bir yıl kadar önce, 1984 yılında Bachman’ın Thinner (Falcı, İnkılâp Kitabevi) romanının deneme baskısını okuyan Steve Brown adında bir kitapçı, kendi ifadesiyle “yazarın ya Stephen King’in ta kendisi ya da dünyanın en iyi taklitçisi olduğunu” düşündü. İçindeki tuhaf dürtüye ses vererek, telif belgelerinde bir ipucu bulabileceği ümidiyle Washington DC Meclis Kütüphanesi’nin yolunu tuttu. Bachman’ın menajerinin King’inkiyle aynı olması yalnızca tesadüf olamaz, dedi. İlk romanın kayıt tarihinin, kütüphane kayıtlarının yeniden yapılandırılmasından önce olduğu dikkatini çekti. Israr ederek arşivcinin bu kaydın dosyasını getirmesini sağladı. Gelen dosyanın bir kopyasını aldı ve derdini anlatan bir mektupla birlikte bir zarfa koyarak menajeri eliyle King’e yolladı. Mektubuna bir cevap geleceğini hiç ümit etmiyordu. İki hafta sonra çalıştığı kitapevinde adı anons edildiğinde irkildi. Merakla ahizeyi kaldırdı ve sese kulak verdi: “Steve Brown siz misiniz? Ben Steve King. Tamam, Bachman olduğumu biliyorsunuz. Ben de Bachman olduğumu biliyorum. Nasıl halledeceğiz bu meseleyi? Konuşalım.” Brown’ın gözleri karardı… Mektubunda ne çalıştığı kitapevinin adını, ne de kendisine ulaşılabilecek bir telefon numarası vermişti…

Bu öykünün geri kalanını Brown’un kaleminden okumak isteyenler, King’le bu ilk görüşmesini izleyen üç gece boyunca telefonda yaptığı röportajı toparladığı yazısını, Kingdom of Fear: The World of Stephen King kitabında bulabilirler. Tabii önce, 1996 yılında ikisi de eski sahaf olan editör-yayıncılar Chuck Miller ve Tim Underwood’un, Clive Barker’dan Harlan Ellison’a ve Robert Bloch’a dek birçok yazarın King hakkında denemelerini bir araya getirdikleri bu kitabı bulmak kaydıyla. Neyse ki modern yaşamın zaman zaman bizi modern olduğuna sevindiren nimetlerinden www.alibris.com diye bir şey var.

Ben ise hikâyenin geri kalanı için Stephen King’e kulak vermeyi tercih ediyorum: “… Bachman asla kısa süreli bir mahlas olarak yaratılmamıştı; uzun soluklu bir yaşamı olması gerekiyordu ve adım onunkiyle ilişkilendirilip açığa çıktığında şaşırdım ve kızdım… Daha iyisini yapabilirdim. Muhtemelen Richard Bachman’la ilgili olarak söyleyebileceğim en iyi şey gerçeğe dönüşmüş olması. Tamamen değil tabii… Bir de şu açıdan bakın: Bachman varlığımın vampir yanıydı, açığı çıktığında günışığı onu öldürdü...”

Stephen Edwin King ilk eserlerini verdiği yıllarda Amerikalı yayıncılar saygın bir yazarın yılda en fazla bir roman yayınlaması gerektiğini, okuyucun daha fazlasını kaldıramayacağını düşünüyorlardı. Her gün düzenli olarak tam beş bin kelime üreten King, yayıncısını her yıl ikinci bir eserini başka bir adla piyasaya sürmeye ikna etti. Bu mahlas onun için bir yandan daha karanlık, daha şiddetli, daha kanlı eserlerini diğerlerinden ayırmasına yarayacak bir maske işlevi görecek, diğer yandan bir yazarın eserlerini yeteneğin mi yoksa şansın mı sattırdığını anlamasına yardımcı olacaktı. Richard adını suç romanları yazarı Donald E. Westlake’in yıllarca kullandığı mahlas Richard Stark’tan ödünç almıştı. Bachman’ı ise 70’li yıllarda fırtına gibi esen Kanadalı rock grubu Bachman-Turner Overdrive’dan (You Ain’t Seen Nothing Yet vs.).

Bachman’ı öldürmesinden on bir yıl sonra gene Bachman adıyla Düzenleyiciler’i 1996 yılında yayınlayan King, aynı günlerde kendi adıyla Yaratık’ı da (İnkılâp Kitabevi, orj. Desperation) yayınlamıştı. King tutkunları her iki romanı da alıp yan yana koyduklarında ilginç bir şey fark ettiler. Kitapların kapakları aynı elden çıkmıştı. Üstelik kapakların, Düzenleyiciler’in geçtiği Poplar sokağının huzurlu ortamından başlayarak sokağın huzurunu bozan felaketler ile devam eden, daha sonra Yaratık’ın geçtiği Desperation adlı hayalet kasabasının kasvetli manzarasıyla ve leşçil hayvanlarla son bulan, Bosch’vari tek bir resmin ikiye bölünmesiyle oluşturulduğu açıkça görülüyordu…

Kitaplar arasındaki ortaklıklar kapakla da sınırlı kalmıyordu. Okurların karşısına Düzenleyiciler’in henüz ilk bölümlerinde Yaratık’da da varolan polis Entragian karakteri çıkıyor, birkaç bölüm sonra Düzenleyiciler’de olayların düğüm noktasında var olan karakterin başına Yaratık’ın Desperation kasabasında gelen tuhaf olaylardan bahsediliyordu. Romanların birinde ailelerden birinin çocuğu olarak varolan karakterler diğerinde ailenin annesi ya da babası oluyor, devamlı olarak olayların içinde olan karakterlerden biri ilk romanda yaşamaya devam ederken diğerinde korkunç bir şekilde can veriyor, bir diğer karakter ise iki romanda da hayatta kalmayı başarıyordu.
Her iki romanda anlatılan hikâyelerin paralel evrenlerde yer aldıkları için kesiştiği ya da her iki romanda da kötülüğün kaynağı olan ve artık üçüncü bir paralel evrenden geldiği genel kabul görmüş Tak adlı varlığın, hapis kaldığı diğer evrenleri ele geçirme çabasının anlatıldığı gibi, on iki yıldır tekrarlanan yorumları bir kenara bırakırsak, söz konusu iki roman, yazarın mahlas kullanmasının bazı durumlarda ne kadar gerekli ve isabetli olabileceğine iyi bir örnek. Günümüzde artık bu tarz oyunlar Lost örneğinde olduğu gibi, internet forumlarında tüm dünyadan meraklılar tarafından imece yöntemiyle hızla çözüldüğünden olsa gerek, her iki roman da şimdi birbirinden tamamen farklı kapaklarla ve Stephen King’in imzasıyla basılıyorlar.

Düzenleyiciler’in bu baskısındaki okuru sık sık romandan çıkmaya zorlayan, örneğin: “… o küçük çocuk dapnun gibi… Otistik bir çocukui ama…” (s. 91); “O zavallı kızı orada övkcene bırakamazdı.” (s.95); “… kızın saçlarım çekip…”(s. 98) ya da “… Johnny’nin tanı kulağının dibinde patlamıştı.” (s. 99) gibi tarayıcı Türkçesi’yle soslanmış cümlelere karşın, Düzenleyiciler ve Yaratık Stephen King’in okura oynadığı bir diğer incelikli oyunun, ona özgü bir bulmacanın çözmesi son derece keyifli iki parçası. Alıntılarda yer alan tuhaf kelimeler de bu yazının basit enigması olsun, yazarının elinden daha iyisi gelmeyeceğine göre.

Bir de kendime soru: Peki, Steven Pressfield adlı, Trinidad doğumlu Amerikalı bir yazar olabilir mi yahu?

Düzenleyiciler – Stephen King
İnkılâp Kitabevi

Yeniden düzenlenmiş baskı, Nisan 2008
(Bu yazım Vatan Kitap Dergisi'nin 15 Mayıs 2008 sayısında yayınlandı)

16 Mayıs 2008 Cuma

Saatte 300 kilometre süratle V12 futbol




Superleague Formula yarış otomobili 26 -28 Mart tarihleri arasında İspanya'nın Sevilla ve Huelva şehirlerini bağlayan yol üzerinde, La Palma de Condado yakınlarındaki Monteblanco pistinde ikinci kez test edildi. İlk testler bir ay kadar önce, şampiyonanın ilk ayağının koşulacağı İngiltere'deki Donnington Park'ta gerçekleştirilmişti.

Günümüzün en çok izleyici toplayan, ancak aralarında hiçbir benzerlik olmayan iki farklı spor disiplinini bir araya getiren Superleague Formula, geliştirilmesi yıllar süren yenilikçi bir proje, ya da daha samimi bir ifadeyle, aslında bir hayal. Formula yarışlarının son yıllarda geçirdiği insanı dışlayan değişim nedeniyle, bu spordan artık hiç keyif almayan bir grup tecrübeli girişimcinin, futbolun kendine has özelliklerini otomobil yarışlarına taşıma hayali…

Bilindiği üzere, son yıllarda yapılan düzenlemelerle futbol kulüplerinin belli standartlara ulaşmasını şart koşulurken, futbolun içinde yer alan her düzeyde amatör ve profesyonel çalışanların hak ve sorumluluklarını tarif edilmesi de hedefleniyor. Turnuva yönetmelikleriyle statların koşullarını düzeltilmesini, dolayısıyla taraftar davranışlarının da gelişmesini mecbur kılınıyor, merkezi düzenlemelerle futbolun dünyanın dört bir yanında güvenilirliği büyük ölçüde denenmiş ideal yöntemlerle organize edilmesi sağlanıyor artık. Bununla birlikte, belki de bazılarımız için buna rağmen demek de yanlış olmaz, FIFA ve UEFA’nın insan ve insani değerlerin futbolun ayrılmaz bir parçası olarak kalması için son yıllarda yoğun çaba gösterdiği biliniyor.

İşte futbol tutkunu bu profesyonel motor sporları girişimcileri için, son yıllarda endüstriyel futboldan bile daha keskin bir değişim geçirerek sporseverleri üzen Formula yarışlarının yumuşak karnı da insan unsuru olsa gerek.
Formula 1, farklı markaların her yıl en yeni teknolojiyle donattıkları ve sürücüye eskisi kadar iş bırakmayan bir turnuva haline gelince, bu kez arabalara daha önce takılmasına onay verilen oyuncakların teker teker sökülmesiyle yeni bir heyecan yaratılmaya çalışıldı. Diğer yandan, takımların eninde sonunda sadece birer otomobil markası oldukları için gene de sürücülerin isimlerinin ardında kalmaya mahkûm oldukları turnuva, gittikçe daha “elit” bir izleyiciye hitap ettiğini artık davul-zurnayla duyurma raddesine gelmiş durumda.

Superleague Formula, Formula 1’in alternatifi olacak bir şampiyona olarak tasarlandı. Boyut ve güç olarak Formula 1 otomobillerinden hiç de aşağı kalmayan, hatta dış görünüşü daha da sert olan Superleague Formula otomobillerinin hepsi birbirinin aynı olacak. Takımları rakiplerinden ayıran ise, aynı futboldaki gibi kulüplerin adları, renkleri, armaları, taraftarları, pilotları ve teknik ekipleri olacak. Hepsinden önemlisi Superleague Formula’nın “izleyici”leri değil, yarış takımlarının taraftarları olacak.

Bu yaz sonunda güneşli bir Cumartesi günü, Galatasaray Milan, Corinthians, Sevilla, Olympiakos, Anderlecht, Glasgow Rangers ve Porto’yla aynı gün içinde karşı karşıya gelecek. Ertesi gün bu karşılaşma iki kez daha tekrarlanacak. Bir hafta ya da onbeş gün sonra gene Cumartesi, gene Pazar, gene müsabaka…

İlk sezon için 6 ayak planlanan yarışa getirilen yenilikçi sistem, futbol turnuvalarındakine benzeyen sıralama günü “müsabakaları” ve yarış günü her seferinde aynı isimlerin kazanmasını zorlaştıracak iki yarış, Superleague Formula’nın futbolseverler üzerindeki dayanılmaz cazibesini daha da artıracak. Gün boyu sürecek çeşitli aktiviteler, gösteri ve konserler, taraftarlara açık tutulacak pit alanları, damak zevkini gözetecek yiyecek ve içecek alanları, makul fiyatlar ve çeşitli aile paketleri şampiyonanın diğer kozları.

Monteblanco testlerinin ikinci gününde, Superleague Formula katılımcısı kulüplerin temsilcileri ve tüm bu kulüpleri izleyen basın mensupları da piste davetliydi. Bir önceki akşam Sevilla'da, Superleague Formula'nın düzenlediği akşam yemeğinde bir araya gelerek tanışan konuklar, sabah saat 10.30'da organizasyonun teknik sorumluluğunu üstlenen Robin Webb tarafından padok binasında karşılandılar. Webb çoğu ilk kez bir yarış pistinde, hemen hepsi ilk kez bir padokta bulunan konuklara günün programını aktarırken bu hızdaki otomobillerin bu kadar yakınında bulunmanın tehlikelerini de uzun uzun anlatmayı ve uyulması gereken temel kuralları saymayı ihmal etmedi. Daha sonra tüm konuklara plastik kulak tıkaçları dağıtıldı ve pist ve padokta geçirecekleri süre boyunca bu tıkaçları kulaklarından çıkarmamaları istendi.

Superleague Formula yarış takımlarından Scuderia Playteam Sarafree ekibi, diğer kategorilerdeki araçlarla karşılaştırılabilmesi amacıyla piste bir Euroseries 3000 aracı da getirmişti: Lola F3000. Televizyonda, fotoğraflarda ya da pistte tek başlarına dururken birbirleriyle karıştırabilecek iki otomobilden Superleague Formula prototipi, diğerine oranla kesinlikle daha büyük ve daha güçlü. Şimdiye dek elde edilen veriler de otomobilin GP2'de yarışan benzerlerinden daha hızlı olduğunu gösteriyor.

Günümüzde pistlerde yarışan tüm Formula kategorilerinin dışında yeni bir sınıf yaratan bu otomobil, her ikisi de ABD kökenli olmakla birlikte, faaliyetlerini futbol kadar motor sporlarının da beşiği olan İngiltere'de sürdüren iki güçlü şirket tarafından hazırlanıyor. Panoz şasisi üzerine Élan Motorsports Technologies'in tasarladığı araba gücünü Menard Competition Technologies Limited'in geliştirdiği yepyeni bir motordan alıyor. 4600 mm. uzunluğunda olan ve boş ağırlığı 675 kilogramı bulan otomobilin 4,2 litrelik V12 motoru 750 beygir güç üretiyor. Diğer Formula sınıfı arabalarla arasındaki farkların en önemlisi ise, sürücüye destek olacak hiçbir elektronik yardımcının olmaması kuşkusuz.

Konuklar önce pit alanında pilot ve otomobilin teste hazırlanmasını, sonra pist kenarından ilk turları izlediler; ardından Superleague Formula yetkilileri tarafından en son gelişmeleri paylaşmak üzere kısa bir toplantıya davet edildiler. Toplantıda organizasyonun farklı departmanlarının sorumluları kendi alanlarındaki gelişmeleri davetlilerle aktardılar ve soruları cevapladılar.

Bu toplantı sonrasında test pilotu Bruce Jouanny, Superleague Formula teknik sorumlusu Robin Webb ve CEO Alex Andreu davetlilerle bir araya geldiler. Teknik ekibin kendisini ilk yılın test pilotu olarak seçmesi nedeniyle bu yıl yarışta yer alamayacak olan tecrübeli Fransız pilot Bruce Jouanny, Monteblanco pistinde sabah attığı 30 kadar test turundan sonra düzenlenen bu toplantıda otomobili anlattı: "Bu GP2'den çok ChampCar'a yakın bir otomobil. Çekiş kontrolü yok, dolayısıyla pilota bütün Formula yarışlarında olduğundan daha fazla iş düşüyor. Başlangıçta bu kadar büyük bir araçtan böyle bir hız beklemiyorsunuz. Frenlemede çok iyi sonuçlar vermekle birlikte, hızlanmada çok daha hassas olduğunu fark ediyorsunuz. Üstelik yeni geliştirdiğimiz bu motor tam gücüne ulaşmadı. Henüz yolun başındayız. Otomobilin tüm değerlerini ve motorun tepkilerini ölçüyoruz. Şimdiye dek temel testleri gerçekleştirdik ve artık yola çıkma zamanı geldi."

27 Mart Perşembe günü Monteblanco'ya konuk olan Sevilla Futbol Kulübü Başkanı José Maria del Nido da, popüler genç İspanyol sürücü Borja Garcia'nın konuk pilot olarak koştuğu test turlarını izledikten sonra izlenimlerini basınla paylaştı: "Motorun kükremesini, otomobilin 260 kilometre süratle uzaklaşmasını görmek büyük keyif. Superleague Formula yarışlarının başlamasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu hem çok sıkı, hem de keyifli bir mücadele. Biz bu maceraya çok güzel olacağını bildiğimiz ve futbolseverler olarak çok zevk alacağımız için atıldık."

Euroseries 3000 pilotu Borja Garcia muhtemelen Sevilla kulübünü yarışlarda temsil edecek ekibin içinde yer alacak. Arabaya hiç alışık olmayan Garcia'nın 10 kadar turdan sonra hararet göstergesindeki ikaz üzerine kontak kapaması ve otomobilin uzun sürecek bir bakıma alınması üzerine testlerin ikinci gününün sona erdiğini bizzat duyuran Robin Webb, meraklı konuklara "Dünyanın gelecekteki en iyi test pisti" olarak tanımladığı Monteblanco'da binek arabalarla tur atmayı önerdi. Konuklar bu turlara hazırlanırlarken bir yandan da otomobilin motorun en küçük parçalarına dek özenle sökülmesini izlediler. Daha sonra Webb pistte kendi sürdüğü küçük kiralık aracın her iki turda bir değiştirdiği yolcularının tüylerini korkudan diken diken etmekle kalmadı, dört buçuk kilometrelik bu yeni pistin virajlarını, düzlüklerini, rampalarını ve püf noktalarını da bir bir anlattı.

Egzoz ve lastik kokulu, gürültülü, yorucu ikinci test günü sona ermişti. Gün boyunca birbirleriyle sohbet edemeyecek kadar çevreleriyle meşgul olan konuklar, kendilerini Sevilla’ya geri götürecek üç otobüse binerek derin bir nefes aldılar ve biriktirdikleri koyu, keyifli sohbetlere daldılar.
(Bu yazım Galatasaray Dergisi'nin Mayıs 2008 sayısında yayınlandı)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Bir gece treni...



En iyi romancıların geçmişten geleceğine inananlar vardır. Kendi zamanının diliyle konuşmamış, bir gelecek zamanın hikâyelerini anlatmış olanları bekleyen bir okur cemaatinin mensuplarıdır bunlar. Bekledikleri gizlice, neredeyse utanarak, ya da bir ayin yapar gibi, şizofrenik bir saplantıyla yazanlardır. Yazdıkları yıllar sonra keşfedilen, kılıktan kılığa giren birer gölgeden ibaret anlatıcılar. Saklı kalmış bir hazineyi yuvasından çıkarmanın hazzını yaşatan, sırf bu zevkin uğruna daha ne söyledikleri bilinmeden, umursanmadan istenen, aranan yazarlar.

Bu yazarlar geçmişten gelmelerinin yanı sıra klişelerden de uzak olmalıdır. Edebiyatta klişeyle neyin kastedildiği epey muğlak olsa da “geçmişten gelen yazardan” duyulmamış, yeni, şaşırtıcı bir şey söylemesi istenir, hatta aksi takdirde âdeta bir keşif yapmış olma duygusunu da yaşatamayacaklardır. Ve eğer şimdiki zamanda böyle birileri varsa, onların da kaderi gelecekte, geçmişten gelen bir yazar olarak keşfedilmektir.

Ve bazen edebiyat bu kurguyu darmadağın eder. Yazarınız hem sizin çağınızdan, belki başka bir dilden gelir, hem de o güne dek binlerce kez yazılmış temaları, açıkçası klişeleri art arda sıralar. Ve gene de sizin yazarınız olur, kendinizi kurtaramadığınız bir kitap yazmış olur, çünkü kelimelere edebiyattan beklediğiniz o müphem, oynak hasleti yüklemeyi bilmiştir. Parlak bir şey söylememiştir, gökyüzünün altında o güne dek yazılmışların dışına çıkmış değildir, fakat bilinenleri sizinle ilgili bir yerinden yakalamış, klişelerin rahatlatıcı, bildik akışına sizin pencerenizden bir bakış katmıştır, ve bilmeden yapmıştır bunu. Geçen ay Merkez Kitaplar’dan çıkan Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni benim için böyle oldu.

Doğrusu kitap ilk bakışta şüphe uyandıracak bir bildik hikâyeler bombardımanıyla başlıyordu: Kendine dümdüz, sürprizsiz bir hayat kurmuşken bir anda, karşılaştığı gizemli bir kadından dolayı bir gecede hayatını değiştiren bir adam, bir tren yolculuğu, peşine düştüğü gizemli, geçmişten gelen bir yazar, sahaflar, büyüsüne kapıldığı bir kent… Bir “gizemli kent romanı” daha yani. Yalan değil, romanda bunların hepsi var, fakat bilinen bir yoldan tekrar geçtiğim hissini vermedi, hem de hiç. Belki dilinden dolayı. Belki yazar bilinen bir hikâyeyi özgün bir sesle anlatma becerisini gösterdiği için. Belki Lizbon’dan bahsettiği için. Belki yazar, şizofren gibi bölünerek farklı üsluplarla metinler yazabildiği için. Belki roman meraklı okura göz kırpan ufak tefek tuzaklar barındırdığı, olmayan kitaplar üzerine hikâyeler kurduğu için. Belki sürekli kabuk değiştirdiği, “tamam, bu artık böyle gider” dendiği anda bir gerilim romanından, kahramanın insan doğası üzerine düşündüğü, acıtıcı bir metne dönüştüğü için. Her ne olursa olsun, nihayetinde benim için 2007’nin son demlerinde yılın keşfi oldu Lizbon’a Gece Treni. İlknur Özdemir’in gürül gürül akan çevirisinin de mutlaka bu keşifte büyük etkisi oldu.

Konuyu iki satırda özetlemek Lizbon’a Gece Treni’nin lezzetini ne kadar aktarabilir, şüpheliyim, fakat üstün körü de olsa başkahramanla tanışmak belki bir fikir verebilir: Kahramanımız bir lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki Raimund Gregorius’tur. Alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlar. Adeta bir haberci melek gibi çizilen bu kadından duyduğu tek bir kelime hayatını değiştirecektir: “Anadiliniz nedir?” sorusuna cevap olarak gelen “Português”. Diller Raimund Gregorius için hayatın akışını belirleyen varlıklardır, ve böyle bir öğretmen için zaten yeni bir hayatın kapısını yeni bir dilden başka bir şeyin açması beklenemez. Gregorius Portekizce’nin açtığı kapıdan önce yaşadığı Bern şehrinde, sahafların raflarında bekleyen kitaplara, daha doğrusu Portekizli Amadeu Inacio de Almeida Prado’nun bir kitabına, ismi kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras”a –Sözlerin Kuyumcusu’na ulaşır; o günden itibaren hayatındaki hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır.

Gregorius gecelerden birinde boşandığı eşinin, aslında yıllardır değişmeyen hayatının birer uzvu olan öğrencilerinin, hep aynı sokaklarından geçtiği şehrinin anılarını kısa tereddütlerle terk ederek Lizbon’a kalkan ilk trene atlar. Elinde dillere olan yeteneğine ve ölü dillerdeki tecrübesine dayanarak, yeni yeni öğrenmeye başladığı Portekizce’den çözmeye çalıştığı Amadeu de Prado’nun kitabı vardır; aklında ise yakın bir arkadaşı kadar iyi tanıdığı Marcus Aurelius’un sözleri: “Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın… Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.” Prado’nun metninin onu nereye götüreceği belli değildir, fakat Gregorius’un çıktığı bu tuhaf, ucu açık yolculukta onun derinliğinden başka sığınacağı bir yer yoktur. Ama en önemlisi Prado’nun Portekizce’yle olan ilişkisidir: Portekizce Gregorius’a sunulmuş yeni bir ülke, yeni bir hayattır: “Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. … Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne? Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum.”

Gregorius solgun güzelliğiyle, loş ışığıyla onu afallatan Lizbon’un sahaflarında Luis Vas de Camoes’le, Eça de Queiros’la ve en önemlisi, kitabın satır aralarında varlığını hep hissedeceğimiz Pessoa’yla tanışır. Asıl amacı de Prado’nun kim olduğunu keşfetmektir. Onunla ilgili ilk somut bilgi bir vakitler Pessoa’nın gömülmüş olduğu Prazeres Mezarlığı’ndan gelir. Belki aslında bir 19. yüzyıl insanı olan Gregorius, 19. yüzyılın havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti olan Lizbon’da de Prado’nun nezdinde diktatör Salazar’a karşı bir direnişin, ama aynı zamanda kendi kabuklaşmış duygularının izini sürer: “İnsanın kendini en iyi bir başkasının üzerinden tanıması mümkün müdür?”

Lizbon’a Gece Treni’nin yazarı, asıl adı Peter Bieri olan Pascal Mercier aslında bir felsefe profesörü. Roman, Gregorius gibi onun da “asli olana doğru” gitmeye duyduğu ihtiyacın bir ürünü: “Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız… Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma gene başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz. (…) Bu aksiyonu az bir gerilim romanı bir anlamda. Kundera’nın ‘Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur’ tarifi hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonunda kutsallık var, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adam gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi derinlerinde yer etmiş.”

KİTAPTAN:
Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde,” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforu üzerine düşünüyor: “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım… Rayları ve yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)
.
Saadet Özen
.
(Saadet Özen'in bu yazısı geçtiğimiz aylarda Vatan Kitap Dergisi'nde yayınlandı. Yako Igual'in aynı kitap hakkındaki denemesiyle aynı sayfada yayınlanmasının nedeni, hayatı paylaşmayı tercih etmiş iki insanın aynı şeylerden keyif aldığı, ilgi ve etkileşim alanları benzer olduğu ve aynı kaynaklardan beslendikleri halde algılama ve üretim aşamalarında ve tarzlarında sahip oldukları farkları sergilemek...)

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Georges Simenon’un Tren adlı bir romanı ne yazık ki yoktur!

ya da,
Lizbon’a Gece Treni





Yazımızın “kahramanı” tren tutkunu felsefeci Peter Bieri, Bern banliyösünden bir küçük burjuva ailesinin oğlu olarak açtı hayata gözlerini. İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen düzenli bir çevrede geçti çocukluğu. Okulda yalnızca Latince, Yunanca ve İbranice değil Sanskritçe de öğrenmekle kalmadı, Tibet mistisizmi derslerine de girdi. Londra ve Heidelberg üniversitelerinde felsefe, İngiliz Dili ve Hint Kültürü okudu. Mezuniyetinden sonra Heidelberg üniversitesi felsefe bölümünde asistan olarak kalmayı tercih ederek felsefe psikolojisi, bilinç teorisi ve ahlak felsefesi üzerine çalışmalar yaptı. Berkeley ve Harvard üniversitelerinde, 1993 yılından itibaren de Berlin Hür Üniversitesi’nde dersler vermiş ve felsefe üzerine yazdı. Kendi adıyla imzaladığı felsefe kitaplarından sonra, “Perlmanns Schweigen” adlı ilk romanını 1995 yılında Pascal Mercier mahlasıyla yayımladı.
İlk romanı ve onu izleyen 1998 tarihli “Der Klavierstimmer”, edebiyat çevrelerinde Max Frisch ve Thomas Mann’ın en önemli eserleriyle eşdeğer tutuldu.

Mahlasını seçerken kendisi için zarafetin simgesi olan “Romande” İsviçre’nin (ülkenin Fransızca konuşulan bölümü) önemli simgelerinden biri olan meşhur saatçi “Baume&Mercier”den esinlenmiş Bieri. Ona göre mütevazı bir admış Mercier, oldu olası hoşuna gidermiş zaten.

Mercier üçüncü romanı olan Lizbon’a Gece Treni İsviçre’de 2004’te yayınladı ve Fransızcaya çevrilen ilk romanı oldu. Fransa’da Prix des Librairies Initiales 2006 Yabancı Edebiyat Ödülü’nü aldı, Femina Ödülü’ne de aday gösterilen roman bu yılın son döneminde Türkçe’ye kazandırılan en önemli eserlerden biri hiç kuşkusuz.

Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde.” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforunu işliyor. “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım…” “… Rayları ve (yolculuk ettiğim) yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem…” “… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)

Romanın lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki “anti-kahramanı” Raimund Gregorius ise alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlıyor. Gözüne haberci melek gibi görünen bu gizemli kadından bilmediği bir dilde dinledikleri arasında duyduğu tek bir kelimenin büyülü melodisi: “- Portugues… ” ve sonrasında bir sahafın tozlu raflarında Portekizli şair Amadeu de Prado’nun, adı kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras” (Sözlerin Kuyumcusu) kitabını keşfetmesi içindeki delice itkiyi tetikliyor. Ve o günden itibaren hayatında her şey değişecek olan Gregorius, Lizbon’a kalkan ilk trene atlayıp tekdüze hayatını bir daha geri dönmemek üzere terk ediyor. Lizbon’un güzelliği karşısında afallayan Gregorius, de Prado’nun gerçekte kim olduğunu araştırmaya başlıyor. Araştırması sırasında diktatör Salazar’ın ateşli muhaliflerinden olan bu şair doktorun tanıdıklarıyla, ama en çok da onun etkileyici kişiliğinden etkilenen kadınlarla karşılaşıyor.

Bu araştırması, kendi duygu ve düşüncelerine döndürüyor Gregorius’u sonunda. Yaşamı boyunca yaptığı seçimleri değerlendirdiği içsel bir yolculuğa çıkıyor.

Pessoa metinleriyle derin paralellikler taşıyan de Prado metinleri, kendini aslında XIX. yüzyılda daha rahat hissedecek olan Gregorius’a, XIX. yüzyıl havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti Lizbon’da, dikta karşıtı bir direnişin izini sürdürüyor.

Sıra dışı bir yoğunluk ve derinlikteki Lizbon’a Gece Treni, sayfalar ilerledikçe okuru romanın zenginliğinin tadına daha iyi varabilmek için yavaşlamaya zorunlu kılıyor. Dedektiflere taş çıkartan lise öğretmeni Gregorius’un öyküsünde gerilim romanı havası yerini bir süre sonra insan doğası ve düşüncenin ikilemine doğru içsel bir yolculuğun rahatlatıcı etkisine bırakıyor.

Librairies Initiales 2006 Ödülü’nü alması nedeniyle yapılan bir röportajda felsefeci Peter Bieri ya da nam-ı diğer Pascal Mercier, edebiyata geçişini akademik hayatın kendisini artık tatmin etmemesine bağlıyor. Sınırları belirli çerçeveler, teknik dil kullanma zorunluluğu ve özellikle de felsefenin öznesinin bir jargon duvarının ardında sıkışıp kalması ona doğruyu kaybettiğini ya da felsefenin aslını yitirdiğini düşündürmeye başlayınca “gerçeğe doğru” bir yolculuğa çıkması vaktinin gerektiğini anlamış.

“Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız…”, diyor kendi ifadesiyle. “Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma yeni baştan başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi benim kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz… Bu aksiyonu az bir gerilim bir anlamda. Kundera’nın “Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur” tanımlamasını hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonu ise mukaddesin tonu, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adammış gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi ruhunun derinlerinde kuvvetle yer etmiş.”

Hep aynı bestecilerin hep aynı eserlerini, hep aynı üslup ve zarafetle çalmak zorunluluğu yüzünden kendini klasik müzikten uzaklaştırmış birçok virtüozu barındırır jazz ve rock dünyası. Aynı nedenle Peter Bieri Lizbon’a Gece Treni’ni, çok iyi kullandığından emin olduğu sözcükleri kendi istediği tarzda dizmesine aracılık yapan “gönlünün yazar kahramanı” Pascal Mercier’ye yazdırmış. Mercier yazarlığını bir değil birçok farklı üslupta konuşturarak, deyim yerindeyse döktürmüş. Bazı eleştirmenlerin şizofrenik diye nitelendirdiği bu yazarlık bölünmesini bir müzisyenin farklı tarzlarda çalmaya olanak veren ustalığının edebiyattaki eşdeğeri olarak yorumlamak olası. Üstelik bu ustalığın ve tarzlar arası yolculuğun okuyucuya da en az yazara olduğu kadar keyif verdiğini göz ardı etmemek gerek. Yazar bir yerde Simenon Usta’ya da saygı göstermeyi unutmamış, “Yazsaydı ne güzel yazardı kim bilir?” diyerek, “Tren” adında hayali bir roman yazdırıp ustaya, üstüne bir de romana atıfta bulunmuş. Usta çevirmen İlknur Özdemir de bu farklı üslupları Türkçe’ye çevirirken yazarın kaygılarını ve yoğun keyfini paylaşmış olsa gerek ki, romanın sayfalarından gerçek ya da hayali yazarların benzemez tarzlarının oluşturduğu bütünlüğünü izlemekten kaynaklanan kalıcı, koyu kahve ya da single maltımsı - ya da hadi hep birlikte iyice dibe dalıp kum çıkaralım- Miles Davis’imsi buram buram bir keyif bulaşıyor okuyucuya.

Lizbon’a Gece Treni
Pascal Mercier,
2007, Merkez Kitapçılık
420 s.,

YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google