Geçen aksam eski dostum Kevork Tavityan’ı Cihangir’de evinin penceresinde görünce dayanamadım, durdum seslendim. Arabayı yirmi dakikalık boşuna bir turlamaca sonunda, gene eski bir dostun yardımıyla, hem de hiç sevmediğim bir marketin önündeki paletleri ve daha bilumum “Buraya park edilmeyiniz ulen!” nesnelerini kaldırarak bırakabildim ve söylene söylene Kevork’un evine seğirttim.
1992 yılının sonuydu herhalde, Defterdar Yokuşu’ndaki o şahane apartmandaki bahçe katı daireyi seçmemizin nedenlerinden en önemlisi tabii yeri, o boydaki evdeki müthiş oda sayısı, apartmanın güzelliği, komşular falandı. Ama etrafın sessizliği, sükûneti, her daim ücretsiz park yeri bulunabiliyor olması da çok hoşumuza gitmişti. Ayrıca yürüyerek ulaşılabilecek mesafede bir-iki pastane ve muhallebici, bir buçuk market, iki üç bakkal ve yanı başında bir yufkacı vardı. İkimiz de çocukluğumuzu Yeşilköy’ün en güzel zamanlarında geçirmiştik galiba, mahalle havasını gene yakalayabileceğimiz için mutluyduk.
2003 yılı sonunda o şahane bahçeli ev artık iyicene küçük gelmeye başladığında yeni bir ev aramaya başladık. Zaten bahçenin tadı da kaçmıştı. O koca adanın içindeki uçsuz bucaksız teraçalı ve dolayısıyla da hiç kimsenin birbiriyle görüşmek zorunda kalmadan kendi halinde mayıstan ekime dek sakin bir yaşam sürdüğü bahçe, tam da bizim evin karşılarına denk düşen, -bence ziyadesiyle uyduruk- bir caféden gelen her telden müzik sayesinde sinir bozucu hale gelmişti. Mahallenin de tadı kaçmıştı çünkü on metrede bir biten ve türlü dillerden apartma isimler verilen onlarca irili ufaklı ve kendini idare etmekten aciz caféciğin her biri ayrı telden çalıyordu. Akşamüstleri bunların kapılarında biriken ve gün geçtikçe şıklaşan otomobiller birbirinden acar ve mahir değnekçilerin marifetiyle ne park yeri, ne de ilerleyecek trafik bırakıyordu.
Galiba her şey Leman dergisinin Beyoğlu’nun arka sokaklarından kurtulup gene Defterdar Yokuşu’nun aşağılarında bir binaya geçmesiyle başlamıştı. Kemal Aratan’ın meydandaki caminin altında taksicilerden başka müdavimi olmayan iki çayhaneyi sayfalarında çizmesi, o zamanlar toplam dört-beş masası ve on beş-yirmi sandalyesi olan iki dükkânın masa sayısını hızla artırmış, kaldırıma iyice taşmalarına önayak olmuştu. Sonra da koptu Cihangir biliyorsunuz, ya da hala moda mıdır o ifade bilmiyorum ama, yıkıldı!
Birdenbire patlayıveren hareketlilik ve çekim yüzünden, birkaç metrekarelik ve müsait her aralık, orada olması aslında hiç de gerekmeyen farklı bir ticaret kolunun daha girişimcileri tarafından kapışılıyordu. O hızla olur olmaz inşaatlar yapıldı, restorasyon adı altında; sonra fiyatlar uçtu gitti, derken biz de Cihangir’den uçtuk sonunda.
Şimdi Cihangir’in o eski hallerini anımsatan Harem’deyiz ve aynı deniz manzarasını daha normal bir kira karşılığında seyrediyoruz.
Bu kadar söylenmek yeter, sadede gelelim. Cihangir’den Uzakdoğu seyahatleri ve bir de Kadıköy’de açılan Süreyya Operası’ndaki temsilleri dışında pek uzaklaşmamayı tercih eden Kevork’la biriktirdiğimiz sohbetleri ekledik ucuca.
Bir ara, Kevork bana hiç vakit ayırmak istemediğim facebook’daki efsanevi “Dolma” grubundaki son gelişmeleri anlattı. Bizim evde Özlem-Kevork-Yako oburlarının düzenlediği mutat davetlerden birine yaptığımız mönü kartını bulmuş bilgisayarında, onu yollamış gruba. Müthiş de sükse yapmış. Benzer anlayışta bir kartın seneler önce Aya Triada’nın yanında açılan ve maalesef ömrü çok kısa süren Soho’da tasarlandığını görmüş ve çok sevinmiştim. O zamanlar saklamayı hiç düşünmediğim o kartı şimdi bana bulabilecek olanın kırk yıllık hatırı olur vallahi.
Ben kaybetmiştim galiba o bizim mönüyü, bana da yollayıverdi hemen. Sizinle paylaşmamak olmaz şimdi (her hakkı mahfuzdur, kopiraytı yukarıda adı geçen üçlüye aittir, kopyalanması ayıptır, istendiği takdirde sipariş üzerine aynı ekip tarafından size de itinayla mönü hazırlanır):
1992 yılının sonuydu herhalde, Defterdar Yokuşu’ndaki o şahane apartmandaki bahçe katı daireyi seçmemizin nedenlerinden en önemlisi tabii yeri, o boydaki evdeki müthiş oda sayısı, apartmanın güzelliği, komşular falandı. Ama etrafın sessizliği, sükûneti, her daim ücretsiz park yeri bulunabiliyor olması da çok hoşumuza gitmişti. Ayrıca yürüyerek ulaşılabilecek mesafede bir-iki pastane ve muhallebici, bir buçuk market, iki üç bakkal ve yanı başında bir yufkacı vardı. İkimiz de çocukluğumuzu Yeşilköy’ün en güzel zamanlarında geçirmiştik galiba, mahalle havasını gene yakalayabileceğimiz için mutluyduk.
2003 yılı sonunda o şahane bahçeli ev artık iyicene küçük gelmeye başladığında yeni bir ev aramaya başladık. Zaten bahçenin tadı da kaçmıştı. O koca adanın içindeki uçsuz bucaksız teraçalı ve dolayısıyla da hiç kimsenin birbiriyle görüşmek zorunda kalmadan kendi halinde mayıstan ekime dek sakin bir yaşam sürdüğü bahçe, tam da bizim evin karşılarına denk düşen, -bence ziyadesiyle uyduruk- bir caféden gelen her telden müzik sayesinde sinir bozucu hale gelmişti. Mahallenin de tadı kaçmıştı çünkü on metrede bir biten ve türlü dillerden apartma isimler verilen onlarca irili ufaklı ve kendini idare etmekten aciz caféciğin her biri ayrı telden çalıyordu. Akşamüstleri bunların kapılarında biriken ve gün geçtikçe şıklaşan otomobiller birbirinden acar ve mahir değnekçilerin marifetiyle ne park yeri, ne de ilerleyecek trafik bırakıyordu.
Galiba her şey Leman dergisinin Beyoğlu’nun arka sokaklarından kurtulup gene Defterdar Yokuşu’nun aşağılarında bir binaya geçmesiyle başlamıştı. Kemal Aratan’ın meydandaki caminin altında taksicilerden başka müdavimi olmayan iki çayhaneyi sayfalarında çizmesi, o zamanlar toplam dört-beş masası ve on beş-yirmi sandalyesi olan iki dükkânın masa sayısını hızla artırmış, kaldırıma iyice taşmalarına önayak olmuştu. Sonra da koptu Cihangir biliyorsunuz, ya da hala moda mıdır o ifade bilmiyorum ama, yıkıldı!
Birdenbire patlayıveren hareketlilik ve çekim yüzünden, birkaç metrekarelik ve müsait her aralık, orada olması aslında hiç de gerekmeyen farklı bir ticaret kolunun daha girişimcileri tarafından kapışılıyordu. O hızla olur olmaz inşaatlar yapıldı, restorasyon adı altında; sonra fiyatlar uçtu gitti, derken biz de Cihangir’den uçtuk sonunda.
Şimdi Cihangir’in o eski hallerini anımsatan Harem’deyiz ve aynı deniz manzarasını daha normal bir kira karşılığında seyrediyoruz.
Bu kadar söylenmek yeter, sadede gelelim. Cihangir’den Uzakdoğu seyahatleri ve bir de Kadıköy’de açılan Süreyya Operası’ndaki temsilleri dışında pek uzaklaşmamayı tercih eden Kevork’la biriktirdiğimiz sohbetleri ekledik ucuca.
Bir ara, Kevork bana hiç vakit ayırmak istemediğim facebook’daki efsanevi “Dolma” grubundaki son gelişmeleri anlattı. Bizim evde Özlem-Kevork-Yako oburlarının düzenlediği mutat davetlerden birine yaptığımız mönü kartını bulmuş bilgisayarında, onu yollamış gruba. Müthiş de sükse yapmış. Benzer anlayışta bir kartın seneler önce Aya Triada’nın yanında açılan ve maalesef ömrü çok kısa süren Soho’da tasarlandığını görmüş ve çok sevinmiştim. O zamanlar saklamayı hiç düşünmediğim o kartı şimdi bana bulabilecek olanın kırk yıllık hatırı olur vallahi.
Ben kaybetmiştim galiba o bizim mönüyü, bana da yollayıverdi hemen. Sizinle paylaşmamak olmaz şimdi (her hakkı mahfuzdur, kopiraytı yukarıda adı geçen üçlüye aittir, kopyalanması ayıptır, istendiği takdirde sipariş üzerine aynı ekip tarafından size de itinayla mönü hazırlanır):
Kalkan Havyarı, tava
Kalkan Junior
*
Ruhum Ege’de kaldı, vicudum geldi
Le Karakuru - Tchiroz
*
Babil’in Asma Bahçeleri
ya da
Doğu Akdeniz kıyısı yeşilleri buketi
Eden Garden
*
Akçaabat usakları usulü kabuk, bığılama
Moules Marinières
*
Mercan, Tava
Nurcan sur Le Poêle
*
Zilli Zarife
Barbunyas Frites
*
Maço
Turbot Frit
*
Midye salma
Ulaganç
*
Altınbaş Rakı
Raki Tête de Turc
*
Yurdumun güzel Ekmeği
Pains
*
Kırmızı Soğan
Allium Cepa Rosa
*
Su
Acqua Velva di Terkhosse
*
Artık ne meyva-tatlı falan getirdinizse
Bonjour de Paris!
Afitos!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder