18 Mayıs 2008 Pazar

Peki, Stephen King'in gerçek adı nedir?..



Çocukluk yılları tamamıyla bir muamma olan New York doğumlu Richard Bachman, gençliğinde bir süre sahil koruma hizmetlerinde çalıştıktan sonra yıllarca ticaret gemilerinde denizcilik yaptı. On beş yıl sonra denizci hayatını terk ederek eşi Claudia Inez’le New Hampshire kırlarında bir mandıra satın aldı. Oğullarını altı yaşında, son derece King’vari bir kazada kaybettikten sonra başka çocuk yapmadılar. Kronik uykusuzluktan mustarip Bachman, akşamları çiftlikte el ayak çekilince, Olivetti’sinin yanında her daim viski bardağıyla, hepsi birbirinden sürükleyici beş roman yazdı. Ta ki 1985 sonlarında şizonomi adında bir kanser türünün pençesinde ansızın hayata veda edene dek. Bachman ardında her biri bir kült haline gelmiş romanlarına tutkuyla bağlı bir hayran kitlesi ve kederli dul eşi Claudia Inez’i bıraktı. Ölümünden sonra romanlarının bazıları filme çekildi, eserlerinden televizyon dizileri yapıldı.

Bachman’ın ölümünden dokuz yıl sonra yeni bir eve taşınmaya karar veren Claudia Inez, toplanırken mukavva bir kutunun içinde çoğu elle yazılmış, onlarca tamamlanmamış öykü ve roman buldu. Buldukları arasında en kolay toparlanabilecek olan Düzenleyiciler başlıklı bir roman gibi görünüyordu. Bachman’ın editörü Charles Verrill, romanın yazarın ilk dönem eserlerindeki tarzda, ama onlardan daha iyi yazılmış olduğunu doğruladı. İki yıllık bir çalışma sonucunda roman Dutton yayınevi tarafından okurların beğenisine sunuldu ve çok tutuldu. Kutudaki diğer taslakların akıbeti ise henüz bilinmiyor.

Ölümünden bir yıl kadar önce, 1984 yılında Bachman’ın Thinner (Falcı, İnkılâp Kitabevi) romanının deneme baskısını okuyan Steve Brown adında bir kitapçı, kendi ifadesiyle “yazarın ya Stephen King’in ta kendisi ya da dünyanın en iyi taklitçisi olduğunu” düşündü. İçindeki tuhaf dürtüye ses vererek, telif belgelerinde bir ipucu bulabileceği ümidiyle Washington DC Meclis Kütüphanesi’nin yolunu tuttu. Bachman’ın menajerinin King’inkiyle aynı olması yalnızca tesadüf olamaz, dedi. İlk romanın kayıt tarihinin, kütüphane kayıtlarının yeniden yapılandırılmasından önce olduğu dikkatini çekti. Israr ederek arşivcinin bu kaydın dosyasını getirmesini sağladı. Gelen dosyanın bir kopyasını aldı ve derdini anlatan bir mektupla birlikte bir zarfa koyarak menajeri eliyle King’e yolladı. Mektubuna bir cevap geleceğini hiç ümit etmiyordu. İki hafta sonra çalıştığı kitapevinde adı anons edildiğinde irkildi. Merakla ahizeyi kaldırdı ve sese kulak verdi: “Steve Brown siz misiniz? Ben Steve King. Tamam, Bachman olduğumu biliyorsunuz. Ben de Bachman olduğumu biliyorum. Nasıl halledeceğiz bu meseleyi? Konuşalım.” Brown’ın gözleri karardı… Mektubunda ne çalıştığı kitapevinin adını, ne de kendisine ulaşılabilecek bir telefon numarası vermişti…

Bu öykünün geri kalanını Brown’un kaleminden okumak isteyenler, King’le bu ilk görüşmesini izleyen üç gece boyunca telefonda yaptığı röportajı toparladığı yazısını, Kingdom of Fear: The World of Stephen King kitabında bulabilirler. Tabii önce, 1996 yılında ikisi de eski sahaf olan editör-yayıncılar Chuck Miller ve Tim Underwood’un, Clive Barker’dan Harlan Ellison’a ve Robert Bloch’a dek birçok yazarın King hakkında denemelerini bir araya getirdikleri bu kitabı bulmak kaydıyla. Neyse ki modern yaşamın zaman zaman bizi modern olduğuna sevindiren nimetlerinden www.alibris.com diye bir şey var.

Ben ise hikâyenin geri kalanı için Stephen King’e kulak vermeyi tercih ediyorum: “… Bachman asla kısa süreli bir mahlas olarak yaratılmamıştı; uzun soluklu bir yaşamı olması gerekiyordu ve adım onunkiyle ilişkilendirilip açığa çıktığında şaşırdım ve kızdım… Daha iyisini yapabilirdim. Muhtemelen Richard Bachman’la ilgili olarak söyleyebileceğim en iyi şey gerçeğe dönüşmüş olması. Tamamen değil tabii… Bir de şu açıdan bakın: Bachman varlığımın vampir yanıydı, açığı çıktığında günışığı onu öldürdü...”

Stephen Edwin King ilk eserlerini verdiği yıllarda Amerikalı yayıncılar saygın bir yazarın yılda en fazla bir roman yayınlaması gerektiğini, okuyucun daha fazlasını kaldıramayacağını düşünüyorlardı. Her gün düzenli olarak tam beş bin kelime üreten King, yayıncısını her yıl ikinci bir eserini başka bir adla piyasaya sürmeye ikna etti. Bu mahlas onun için bir yandan daha karanlık, daha şiddetli, daha kanlı eserlerini diğerlerinden ayırmasına yarayacak bir maske işlevi görecek, diğer yandan bir yazarın eserlerini yeteneğin mi yoksa şansın mı sattırdığını anlamasına yardımcı olacaktı. Richard adını suç romanları yazarı Donald E. Westlake’in yıllarca kullandığı mahlas Richard Stark’tan ödünç almıştı. Bachman’ı ise 70’li yıllarda fırtına gibi esen Kanadalı rock grubu Bachman-Turner Overdrive’dan (You Ain’t Seen Nothing Yet vs.).

Bachman’ı öldürmesinden on bir yıl sonra gene Bachman adıyla Düzenleyiciler’i 1996 yılında yayınlayan King, aynı günlerde kendi adıyla Yaratık’ı da (İnkılâp Kitabevi, orj. Desperation) yayınlamıştı. King tutkunları her iki romanı da alıp yan yana koyduklarında ilginç bir şey fark ettiler. Kitapların kapakları aynı elden çıkmıştı. Üstelik kapakların, Düzenleyiciler’in geçtiği Poplar sokağının huzurlu ortamından başlayarak sokağın huzurunu bozan felaketler ile devam eden, daha sonra Yaratık’ın geçtiği Desperation adlı hayalet kasabasının kasvetli manzarasıyla ve leşçil hayvanlarla son bulan, Bosch’vari tek bir resmin ikiye bölünmesiyle oluşturulduğu açıkça görülüyordu…

Kitaplar arasındaki ortaklıklar kapakla da sınırlı kalmıyordu. Okurların karşısına Düzenleyiciler’in henüz ilk bölümlerinde Yaratık’da da varolan polis Entragian karakteri çıkıyor, birkaç bölüm sonra Düzenleyiciler’de olayların düğüm noktasında var olan karakterin başına Yaratık’ın Desperation kasabasında gelen tuhaf olaylardan bahsediliyordu. Romanların birinde ailelerden birinin çocuğu olarak varolan karakterler diğerinde ailenin annesi ya da babası oluyor, devamlı olarak olayların içinde olan karakterlerden biri ilk romanda yaşamaya devam ederken diğerinde korkunç bir şekilde can veriyor, bir diğer karakter ise iki romanda da hayatta kalmayı başarıyordu.
Her iki romanda anlatılan hikâyelerin paralel evrenlerde yer aldıkları için kesiştiği ya da her iki romanda da kötülüğün kaynağı olan ve artık üçüncü bir paralel evrenden geldiği genel kabul görmüş Tak adlı varlığın, hapis kaldığı diğer evrenleri ele geçirme çabasının anlatıldığı gibi, on iki yıldır tekrarlanan yorumları bir kenara bırakırsak, söz konusu iki roman, yazarın mahlas kullanmasının bazı durumlarda ne kadar gerekli ve isabetli olabileceğine iyi bir örnek. Günümüzde artık bu tarz oyunlar Lost örneğinde olduğu gibi, internet forumlarında tüm dünyadan meraklılar tarafından imece yöntemiyle hızla çözüldüğünden olsa gerek, her iki roman da şimdi birbirinden tamamen farklı kapaklarla ve Stephen King’in imzasıyla basılıyorlar.

Düzenleyiciler’in bu baskısındaki okuru sık sık romandan çıkmaya zorlayan, örneğin: “… o küçük çocuk dapnun gibi… Otistik bir çocukui ama…” (s. 91); “O zavallı kızı orada övkcene bırakamazdı.” (s.95); “… kızın saçlarım çekip…”(s. 98) ya da “… Johnny’nin tanı kulağının dibinde patlamıştı.” (s. 99) gibi tarayıcı Türkçesi’yle soslanmış cümlelere karşın, Düzenleyiciler ve Yaratık Stephen King’in okura oynadığı bir diğer incelikli oyunun, ona özgü bir bulmacanın çözmesi son derece keyifli iki parçası. Alıntılarda yer alan tuhaf kelimeler de bu yazının basit enigması olsun, yazarının elinden daha iyisi gelmeyeceğine göre.

Bir de kendime soru: Peki, Steven Pressfield adlı, Trinidad doğumlu Amerikalı bir yazar olabilir mi yahu?

Düzenleyiciler – Stephen King
İnkılâp Kitabevi

Yeniden düzenlenmiş baskı, Nisan 2008
(Bu yazım Vatan Kitap Dergisi'nin 15 Mayıs 2008 sayısında yayınlandı)

16 Mayıs 2008 Cuma

Saatte 300 kilometre süratle V12 futbol




Superleague Formula yarış otomobili 26 -28 Mart tarihleri arasında İspanya'nın Sevilla ve Huelva şehirlerini bağlayan yol üzerinde, La Palma de Condado yakınlarındaki Monteblanco pistinde ikinci kez test edildi. İlk testler bir ay kadar önce, şampiyonanın ilk ayağının koşulacağı İngiltere'deki Donnington Park'ta gerçekleştirilmişti.

Günümüzün en çok izleyici toplayan, ancak aralarında hiçbir benzerlik olmayan iki farklı spor disiplinini bir araya getiren Superleague Formula, geliştirilmesi yıllar süren yenilikçi bir proje, ya da daha samimi bir ifadeyle, aslında bir hayal. Formula yarışlarının son yıllarda geçirdiği insanı dışlayan değişim nedeniyle, bu spordan artık hiç keyif almayan bir grup tecrübeli girişimcinin, futbolun kendine has özelliklerini otomobil yarışlarına taşıma hayali…

Bilindiği üzere, son yıllarda yapılan düzenlemelerle futbol kulüplerinin belli standartlara ulaşmasını şart koşulurken, futbolun içinde yer alan her düzeyde amatör ve profesyonel çalışanların hak ve sorumluluklarını tarif edilmesi de hedefleniyor. Turnuva yönetmelikleriyle statların koşullarını düzeltilmesini, dolayısıyla taraftar davranışlarının da gelişmesini mecbur kılınıyor, merkezi düzenlemelerle futbolun dünyanın dört bir yanında güvenilirliği büyük ölçüde denenmiş ideal yöntemlerle organize edilmesi sağlanıyor artık. Bununla birlikte, belki de bazılarımız için buna rağmen demek de yanlış olmaz, FIFA ve UEFA’nın insan ve insani değerlerin futbolun ayrılmaz bir parçası olarak kalması için son yıllarda yoğun çaba gösterdiği biliniyor.

İşte futbol tutkunu bu profesyonel motor sporları girişimcileri için, son yıllarda endüstriyel futboldan bile daha keskin bir değişim geçirerek sporseverleri üzen Formula yarışlarının yumuşak karnı da insan unsuru olsa gerek.
Formula 1, farklı markaların her yıl en yeni teknolojiyle donattıkları ve sürücüye eskisi kadar iş bırakmayan bir turnuva haline gelince, bu kez arabalara daha önce takılmasına onay verilen oyuncakların teker teker sökülmesiyle yeni bir heyecan yaratılmaya çalışıldı. Diğer yandan, takımların eninde sonunda sadece birer otomobil markası oldukları için gene de sürücülerin isimlerinin ardında kalmaya mahkûm oldukları turnuva, gittikçe daha “elit” bir izleyiciye hitap ettiğini artık davul-zurnayla duyurma raddesine gelmiş durumda.

Superleague Formula, Formula 1’in alternatifi olacak bir şampiyona olarak tasarlandı. Boyut ve güç olarak Formula 1 otomobillerinden hiç de aşağı kalmayan, hatta dış görünüşü daha da sert olan Superleague Formula otomobillerinin hepsi birbirinin aynı olacak. Takımları rakiplerinden ayıran ise, aynı futboldaki gibi kulüplerin adları, renkleri, armaları, taraftarları, pilotları ve teknik ekipleri olacak. Hepsinden önemlisi Superleague Formula’nın “izleyici”leri değil, yarış takımlarının taraftarları olacak.

Bu yaz sonunda güneşli bir Cumartesi günü, Galatasaray Milan, Corinthians, Sevilla, Olympiakos, Anderlecht, Glasgow Rangers ve Porto’yla aynı gün içinde karşı karşıya gelecek. Ertesi gün bu karşılaşma iki kez daha tekrarlanacak. Bir hafta ya da onbeş gün sonra gene Cumartesi, gene Pazar, gene müsabaka…

İlk sezon için 6 ayak planlanan yarışa getirilen yenilikçi sistem, futbol turnuvalarındakine benzeyen sıralama günü “müsabakaları” ve yarış günü her seferinde aynı isimlerin kazanmasını zorlaştıracak iki yarış, Superleague Formula’nın futbolseverler üzerindeki dayanılmaz cazibesini daha da artıracak. Gün boyu sürecek çeşitli aktiviteler, gösteri ve konserler, taraftarlara açık tutulacak pit alanları, damak zevkini gözetecek yiyecek ve içecek alanları, makul fiyatlar ve çeşitli aile paketleri şampiyonanın diğer kozları.

Monteblanco testlerinin ikinci gününde, Superleague Formula katılımcısı kulüplerin temsilcileri ve tüm bu kulüpleri izleyen basın mensupları da piste davetliydi. Bir önceki akşam Sevilla'da, Superleague Formula'nın düzenlediği akşam yemeğinde bir araya gelerek tanışan konuklar, sabah saat 10.30'da organizasyonun teknik sorumluluğunu üstlenen Robin Webb tarafından padok binasında karşılandılar. Webb çoğu ilk kez bir yarış pistinde, hemen hepsi ilk kez bir padokta bulunan konuklara günün programını aktarırken bu hızdaki otomobillerin bu kadar yakınında bulunmanın tehlikelerini de uzun uzun anlatmayı ve uyulması gereken temel kuralları saymayı ihmal etmedi. Daha sonra tüm konuklara plastik kulak tıkaçları dağıtıldı ve pist ve padokta geçirecekleri süre boyunca bu tıkaçları kulaklarından çıkarmamaları istendi.

Superleague Formula yarış takımlarından Scuderia Playteam Sarafree ekibi, diğer kategorilerdeki araçlarla karşılaştırılabilmesi amacıyla piste bir Euroseries 3000 aracı da getirmişti: Lola F3000. Televizyonda, fotoğraflarda ya da pistte tek başlarına dururken birbirleriyle karıştırabilecek iki otomobilden Superleague Formula prototipi, diğerine oranla kesinlikle daha büyük ve daha güçlü. Şimdiye dek elde edilen veriler de otomobilin GP2'de yarışan benzerlerinden daha hızlı olduğunu gösteriyor.

Günümüzde pistlerde yarışan tüm Formula kategorilerinin dışında yeni bir sınıf yaratan bu otomobil, her ikisi de ABD kökenli olmakla birlikte, faaliyetlerini futbol kadar motor sporlarının da beşiği olan İngiltere'de sürdüren iki güçlü şirket tarafından hazırlanıyor. Panoz şasisi üzerine Élan Motorsports Technologies'in tasarladığı araba gücünü Menard Competition Technologies Limited'in geliştirdiği yepyeni bir motordan alıyor. 4600 mm. uzunluğunda olan ve boş ağırlığı 675 kilogramı bulan otomobilin 4,2 litrelik V12 motoru 750 beygir güç üretiyor. Diğer Formula sınıfı arabalarla arasındaki farkların en önemlisi ise, sürücüye destek olacak hiçbir elektronik yardımcının olmaması kuşkusuz.

Konuklar önce pit alanında pilot ve otomobilin teste hazırlanmasını, sonra pist kenarından ilk turları izlediler; ardından Superleague Formula yetkilileri tarafından en son gelişmeleri paylaşmak üzere kısa bir toplantıya davet edildiler. Toplantıda organizasyonun farklı departmanlarının sorumluları kendi alanlarındaki gelişmeleri davetlilerle aktardılar ve soruları cevapladılar.

Bu toplantı sonrasında test pilotu Bruce Jouanny, Superleague Formula teknik sorumlusu Robin Webb ve CEO Alex Andreu davetlilerle bir araya geldiler. Teknik ekibin kendisini ilk yılın test pilotu olarak seçmesi nedeniyle bu yıl yarışta yer alamayacak olan tecrübeli Fransız pilot Bruce Jouanny, Monteblanco pistinde sabah attığı 30 kadar test turundan sonra düzenlenen bu toplantıda otomobili anlattı: "Bu GP2'den çok ChampCar'a yakın bir otomobil. Çekiş kontrolü yok, dolayısıyla pilota bütün Formula yarışlarında olduğundan daha fazla iş düşüyor. Başlangıçta bu kadar büyük bir araçtan böyle bir hız beklemiyorsunuz. Frenlemede çok iyi sonuçlar vermekle birlikte, hızlanmada çok daha hassas olduğunu fark ediyorsunuz. Üstelik yeni geliştirdiğimiz bu motor tam gücüne ulaşmadı. Henüz yolun başındayız. Otomobilin tüm değerlerini ve motorun tepkilerini ölçüyoruz. Şimdiye dek temel testleri gerçekleştirdik ve artık yola çıkma zamanı geldi."

27 Mart Perşembe günü Monteblanco'ya konuk olan Sevilla Futbol Kulübü Başkanı José Maria del Nido da, popüler genç İspanyol sürücü Borja Garcia'nın konuk pilot olarak koştuğu test turlarını izledikten sonra izlenimlerini basınla paylaştı: "Motorun kükremesini, otomobilin 260 kilometre süratle uzaklaşmasını görmek büyük keyif. Superleague Formula yarışlarının başlamasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu hem çok sıkı, hem de keyifli bir mücadele. Biz bu maceraya çok güzel olacağını bildiğimiz ve futbolseverler olarak çok zevk alacağımız için atıldık."

Euroseries 3000 pilotu Borja Garcia muhtemelen Sevilla kulübünü yarışlarda temsil edecek ekibin içinde yer alacak. Arabaya hiç alışık olmayan Garcia'nın 10 kadar turdan sonra hararet göstergesindeki ikaz üzerine kontak kapaması ve otomobilin uzun sürecek bir bakıma alınması üzerine testlerin ikinci gününün sona erdiğini bizzat duyuran Robin Webb, meraklı konuklara "Dünyanın gelecekteki en iyi test pisti" olarak tanımladığı Monteblanco'da binek arabalarla tur atmayı önerdi. Konuklar bu turlara hazırlanırlarken bir yandan da otomobilin motorun en küçük parçalarına dek özenle sökülmesini izlediler. Daha sonra Webb pistte kendi sürdüğü küçük kiralık aracın her iki turda bir değiştirdiği yolcularının tüylerini korkudan diken diken etmekle kalmadı, dört buçuk kilometrelik bu yeni pistin virajlarını, düzlüklerini, rampalarını ve püf noktalarını da bir bir anlattı.

Egzoz ve lastik kokulu, gürültülü, yorucu ikinci test günü sona ermişti. Gün boyunca birbirleriyle sohbet edemeyecek kadar çevreleriyle meşgul olan konuklar, kendilerini Sevilla’ya geri götürecek üç otobüse binerek derin bir nefes aldılar ve biriktirdikleri koyu, keyifli sohbetlere daldılar.
(Bu yazım Galatasaray Dergisi'nin Mayıs 2008 sayısında yayınlandı)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Bir gece treni...



En iyi romancıların geçmişten geleceğine inananlar vardır. Kendi zamanının diliyle konuşmamış, bir gelecek zamanın hikâyelerini anlatmış olanları bekleyen bir okur cemaatinin mensuplarıdır bunlar. Bekledikleri gizlice, neredeyse utanarak, ya da bir ayin yapar gibi, şizofrenik bir saplantıyla yazanlardır. Yazdıkları yıllar sonra keşfedilen, kılıktan kılığa giren birer gölgeden ibaret anlatıcılar. Saklı kalmış bir hazineyi yuvasından çıkarmanın hazzını yaşatan, sırf bu zevkin uğruna daha ne söyledikleri bilinmeden, umursanmadan istenen, aranan yazarlar.

Bu yazarlar geçmişten gelmelerinin yanı sıra klişelerden de uzak olmalıdır. Edebiyatta klişeyle neyin kastedildiği epey muğlak olsa da “geçmişten gelen yazardan” duyulmamış, yeni, şaşırtıcı bir şey söylemesi istenir, hatta aksi takdirde âdeta bir keşif yapmış olma duygusunu da yaşatamayacaklardır. Ve eğer şimdiki zamanda böyle birileri varsa, onların da kaderi gelecekte, geçmişten gelen bir yazar olarak keşfedilmektir.

Ve bazen edebiyat bu kurguyu darmadağın eder. Yazarınız hem sizin çağınızdan, belki başka bir dilden gelir, hem de o güne dek binlerce kez yazılmış temaları, açıkçası klişeleri art arda sıralar. Ve gene de sizin yazarınız olur, kendinizi kurtaramadığınız bir kitap yazmış olur, çünkü kelimelere edebiyattan beklediğiniz o müphem, oynak hasleti yüklemeyi bilmiştir. Parlak bir şey söylememiştir, gökyüzünün altında o güne dek yazılmışların dışına çıkmış değildir, fakat bilinenleri sizinle ilgili bir yerinden yakalamış, klişelerin rahatlatıcı, bildik akışına sizin pencerenizden bir bakış katmıştır, ve bilmeden yapmıştır bunu. Geçen ay Merkez Kitaplar’dan çıkan Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni benim için böyle oldu.

Doğrusu kitap ilk bakışta şüphe uyandıracak bir bildik hikâyeler bombardımanıyla başlıyordu: Kendine dümdüz, sürprizsiz bir hayat kurmuşken bir anda, karşılaştığı gizemli bir kadından dolayı bir gecede hayatını değiştiren bir adam, bir tren yolculuğu, peşine düştüğü gizemli, geçmişten gelen bir yazar, sahaflar, büyüsüne kapıldığı bir kent… Bir “gizemli kent romanı” daha yani. Yalan değil, romanda bunların hepsi var, fakat bilinen bir yoldan tekrar geçtiğim hissini vermedi, hem de hiç. Belki dilinden dolayı. Belki yazar bilinen bir hikâyeyi özgün bir sesle anlatma becerisini gösterdiği için. Belki Lizbon’dan bahsettiği için. Belki yazar, şizofren gibi bölünerek farklı üsluplarla metinler yazabildiği için. Belki roman meraklı okura göz kırpan ufak tefek tuzaklar barındırdığı, olmayan kitaplar üzerine hikâyeler kurduğu için. Belki sürekli kabuk değiştirdiği, “tamam, bu artık böyle gider” dendiği anda bir gerilim romanından, kahramanın insan doğası üzerine düşündüğü, acıtıcı bir metne dönüştüğü için. Her ne olursa olsun, nihayetinde benim için 2007’nin son demlerinde yılın keşfi oldu Lizbon’a Gece Treni. İlknur Özdemir’in gürül gürül akan çevirisinin de mutlaka bu keşifte büyük etkisi oldu.

Konuyu iki satırda özetlemek Lizbon’a Gece Treni’nin lezzetini ne kadar aktarabilir, şüpheliyim, fakat üstün körü de olsa başkahramanla tanışmak belki bir fikir verebilir: Kahramanımız bir lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki Raimund Gregorius’tur. Alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlar. Adeta bir haberci melek gibi çizilen bu kadından duyduğu tek bir kelime hayatını değiştirecektir: “Anadiliniz nedir?” sorusuna cevap olarak gelen “Português”. Diller Raimund Gregorius için hayatın akışını belirleyen varlıklardır, ve böyle bir öğretmen için zaten yeni bir hayatın kapısını yeni bir dilden başka bir şeyin açması beklenemez. Gregorius Portekizce’nin açtığı kapıdan önce yaşadığı Bern şehrinde, sahafların raflarında bekleyen kitaplara, daha doğrusu Portekizli Amadeu Inacio de Almeida Prado’nun bir kitabına, ismi kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras”a –Sözlerin Kuyumcusu’na ulaşır; o günden itibaren hayatındaki hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır.

Gregorius gecelerden birinde boşandığı eşinin, aslında yıllardır değişmeyen hayatının birer uzvu olan öğrencilerinin, hep aynı sokaklarından geçtiği şehrinin anılarını kısa tereddütlerle terk ederek Lizbon’a kalkan ilk trene atlar. Elinde dillere olan yeteneğine ve ölü dillerdeki tecrübesine dayanarak, yeni yeni öğrenmeye başladığı Portekizce’den çözmeye çalıştığı Amadeu de Prado’nun kitabı vardır; aklında ise yakın bir arkadaşı kadar iyi tanıdığı Marcus Aurelius’un sözleri: “Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın… Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.” Prado’nun metninin onu nereye götüreceği belli değildir, fakat Gregorius’un çıktığı bu tuhaf, ucu açık yolculukta onun derinliğinden başka sığınacağı bir yer yoktur. Ama en önemlisi Prado’nun Portekizce’yle olan ilişkisidir: Portekizce Gregorius’a sunulmuş yeni bir ülke, yeni bir hayattır: “Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. … Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne? Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum.”

Gregorius solgun güzelliğiyle, loş ışığıyla onu afallatan Lizbon’un sahaflarında Luis Vas de Camoes’le, Eça de Queiros’la ve en önemlisi, kitabın satır aralarında varlığını hep hissedeceğimiz Pessoa’yla tanışır. Asıl amacı de Prado’nun kim olduğunu keşfetmektir. Onunla ilgili ilk somut bilgi bir vakitler Pessoa’nın gömülmüş olduğu Prazeres Mezarlığı’ndan gelir. Belki aslında bir 19. yüzyıl insanı olan Gregorius, 19. yüzyılın havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti olan Lizbon’da de Prado’nun nezdinde diktatör Salazar’a karşı bir direnişin, ama aynı zamanda kendi kabuklaşmış duygularının izini sürer: “İnsanın kendini en iyi bir başkasının üzerinden tanıması mümkün müdür?”

Lizbon’a Gece Treni’nin yazarı, asıl adı Peter Bieri olan Pascal Mercier aslında bir felsefe profesörü. Roman, Gregorius gibi onun da “asli olana doğru” gitmeye duyduğu ihtiyacın bir ürünü: “Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız… Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma gene başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz. (…) Bu aksiyonu az bir gerilim romanı bir anlamda. Kundera’nın ‘Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur’ tarifi hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonunda kutsallık var, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adam gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi derinlerinde yer etmiş.”

KİTAPTAN:
Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde,” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforu üzerine düşünüyor: “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım… Rayları ve yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)
.
Saadet Özen
.
(Saadet Özen'in bu yazısı geçtiğimiz aylarda Vatan Kitap Dergisi'nde yayınlandı. Yako Igual'in aynı kitap hakkındaki denemesiyle aynı sayfada yayınlanmasının nedeni, hayatı paylaşmayı tercih etmiş iki insanın aynı şeylerden keyif aldığı, ilgi ve etkileşim alanları benzer olduğu ve aynı kaynaklardan beslendikleri halde algılama ve üretim aşamalarında ve tarzlarında sahip oldukları farkları sergilemek...)

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Georges Simenon’un Tren adlı bir romanı ne yazık ki yoktur!

ya da,
Lizbon’a Gece Treni





Yazımızın “kahramanı” tren tutkunu felsefeci Peter Bieri, Bern banliyösünden bir küçük burjuva ailesinin oğlu olarak açtı hayata gözlerini. İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen düzenli bir çevrede geçti çocukluğu. Okulda yalnızca Latince, Yunanca ve İbranice değil Sanskritçe de öğrenmekle kalmadı, Tibet mistisizmi derslerine de girdi. Londra ve Heidelberg üniversitelerinde felsefe, İngiliz Dili ve Hint Kültürü okudu. Mezuniyetinden sonra Heidelberg üniversitesi felsefe bölümünde asistan olarak kalmayı tercih ederek felsefe psikolojisi, bilinç teorisi ve ahlak felsefesi üzerine çalışmalar yaptı. Berkeley ve Harvard üniversitelerinde, 1993 yılından itibaren de Berlin Hür Üniversitesi’nde dersler vermiş ve felsefe üzerine yazdı. Kendi adıyla imzaladığı felsefe kitaplarından sonra, “Perlmanns Schweigen” adlı ilk romanını 1995 yılında Pascal Mercier mahlasıyla yayımladı.
İlk romanı ve onu izleyen 1998 tarihli “Der Klavierstimmer”, edebiyat çevrelerinde Max Frisch ve Thomas Mann’ın en önemli eserleriyle eşdeğer tutuldu.

Mahlasını seçerken kendisi için zarafetin simgesi olan “Romande” İsviçre’nin (ülkenin Fransızca konuşulan bölümü) önemli simgelerinden biri olan meşhur saatçi “Baume&Mercier”den esinlenmiş Bieri. Ona göre mütevazı bir admış Mercier, oldu olası hoşuna gidermiş zaten.

Mercier üçüncü romanı olan Lizbon’a Gece Treni İsviçre’de 2004’te yayınladı ve Fransızcaya çevrilen ilk romanı oldu. Fransa’da Prix des Librairies Initiales 2006 Yabancı Edebiyat Ödülü’nü aldı, Femina Ödülü’ne de aday gösterilen roman bu yılın son döneminde Türkçe’ye kazandırılan en önemli eserlerden biri hiç kuşkusuz.

Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde.” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforunu işliyor. “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım…” “… Rayları ve (yolculuk ettiğim) yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem…” “… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)

Romanın lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki “anti-kahramanı” Raimund Gregorius ise alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlıyor. Gözüne haberci melek gibi görünen bu gizemli kadından bilmediği bir dilde dinledikleri arasında duyduğu tek bir kelimenin büyülü melodisi: “- Portugues… ” ve sonrasında bir sahafın tozlu raflarında Portekizli şair Amadeu de Prado’nun, adı kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras” (Sözlerin Kuyumcusu) kitabını keşfetmesi içindeki delice itkiyi tetikliyor. Ve o günden itibaren hayatında her şey değişecek olan Gregorius, Lizbon’a kalkan ilk trene atlayıp tekdüze hayatını bir daha geri dönmemek üzere terk ediyor. Lizbon’un güzelliği karşısında afallayan Gregorius, de Prado’nun gerçekte kim olduğunu araştırmaya başlıyor. Araştırması sırasında diktatör Salazar’ın ateşli muhaliflerinden olan bu şair doktorun tanıdıklarıyla, ama en çok da onun etkileyici kişiliğinden etkilenen kadınlarla karşılaşıyor.

Bu araştırması, kendi duygu ve düşüncelerine döndürüyor Gregorius’u sonunda. Yaşamı boyunca yaptığı seçimleri değerlendirdiği içsel bir yolculuğa çıkıyor.

Pessoa metinleriyle derin paralellikler taşıyan de Prado metinleri, kendini aslında XIX. yüzyılda daha rahat hissedecek olan Gregorius’a, XIX. yüzyıl havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti Lizbon’da, dikta karşıtı bir direnişin izini sürdürüyor.

Sıra dışı bir yoğunluk ve derinlikteki Lizbon’a Gece Treni, sayfalar ilerledikçe okuru romanın zenginliğinin tadına daha iyi varabilmek için yavaşlamaya zorunlu kılıyor. Dedektiflere taş çıkartan lise öğretmeni Gregorius’un öyküsünde gerilim romanı havası yerini bir süre sonra insan doğası ve düşüncenin ikilemine doğru içsel bir yolculuğun rahatlatıcı etkisine bırakıyor.

Librairies Initiales 2006 Ödülü’nü alması nedeniyle yapılan bir röportajda felsefeci Peter Bieri ya da nam-ı diğer Pascal Mercier, edebiyata geçişini akademik hayatın kendisini artık tatmin etmemesine bağlıyor. Sınırları belirli çerçeveler, teknik dil kullanma zorunluluğu ve özellikle de felsefenin öznesinin bir jargon duvarının ardında sıkışıp kalması ona doğruyu kaybettiğini ya da felsefenin aslını yitirdiğini düşündürmeye başlayınca “gerçeğe doğru” bir yolculuğa çıkması vaktinin gerektiğini anlamış.

“Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız…”, diyor kendi ifadesiyle. “Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma yeni baştan başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi benim kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz… Bu aksiyonu az bir gerilim bir anlamda. Kundera’nın “Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur” tanımlamasını hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonu ise mukaddesin tonu, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adammış gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi ruhunun derinlerinde kuvvetle yer etmiş.”

Hep aynı bestecilerin hep aynı eserlerini, hep aynı üslup ve zarafetle çalmak zorunluluğu yüzünden kendini klasik müzikten uzaklaştırmış birçok virtüozu barındırır jazz ve rock dünyası. Aynı nedenle Peter Bieri Lizbon’a Gece Treni’ni, çok iyi kullandığından emin olduğu sözcükleri kendi istediği tarzda dizmesine aracılık yapan “gönlünün yazar kahramanı” Pascal Mercier’ye yazdırmış. Mercier yazarlığını bir değil birçok farklı üslupta konuşturarak, deyim yerindeyse döktürmüş. Bazı eleştirmenlerin şizofrenik diye nitelendirdiği bu yazarlık bölünmesini bir müzisyenin farklı tarzlarda çalmaya olanak veren ustalığının edebiyattaki eşdeğeri olarak yorumlamak olası. Üstelik bu ustalığın ve tarzlar arası yolculuğun okuyucuya da en az yazara olduğu kadar keyif verdiğini göz ardı etmemek gerek. Yazar bir yerde Simenon Usta’ya da saygı göstermeyi unutmamış, “Yazsaydı ne güzel yazardı kim bilir?” diyerek, “Tren” adında hayali bir roman yazdırıp ustaya, üstüne bir de romana atıfta bulunmuş. Usta çevirmen İlknur Özdemir de bu farklı üslupları Türkçe’ye çevirirken yazarın kaygılarını ve yoğun keyfini paylaşmış olsa gerek ki, romanın sayfalarından gerçek ya da hayali yazarların benzemez tarzlarının oluşturduğu bütünlüğünü izlemekten kaynaklanan kalıcı, koyu kahve ya da single maltımsı - ya da hadi hep birlikte iyice dibe dalıp kum çıkaralım- Miles Davis’imsi buram buram bir keyif bulaşıyor okuyucuya.

Lizbon’a Gece Treni
Pascal Mercier,
2007, Merkez Kitapçılık
420 s.,

13 Mayıs 2008 Salı

Tabaklar gelir, tabaklar gider (Narlı, portakallı kuzu incik)


Dün sabah günümün gerçekten berbat geçeceğine inancım tamdı. Büyük bir ihtimalle kulağıma üç telefon yapışmış geçireceğim günlerden biri daha olacaktı. Tam evden çıkıyordum tahmin edeceğiniz üzere istemeye istemeye, yukarılardan bir ses geldi: “Yako Beeey!”. Döndüm baktım, alt komşumuz. “Günaydın, dedim. Nasılsınız?”. “Sizden o geçen günkü şeyin tarifini almam lazım benim.” dedi. “Hangi?” Diye sordum. “Hani o narlı etin tarifi.” dedi, göğsüm kabardı tabii ne diyeyim. Sabah sabah böyle sevimli bir istek beklemiyorsun doğal olarak. Komşuluk geleneklerini sürdürmeye hiç de gayret etmeyen apartmanımızın bu gayretli sakini, en son aşure getirmişti galiba aylar önce, tabağı bizim dolapların dibini bucağını o zamandır gezip dolaşıyordu.

Birkaç hafta önce bir akşamüstü gelen deli kuvveti, bana hem tüm evi toplatmış, hem de sonunda mutfağa girip özel bir şey pişirmem gerektiğini düşündürmüştü. Servis yaparken iki kişi için fazla pişirdiğimi görünce, en güzel tüketim yöntemini yani komşularla paylaşmayı tercih ettik. Kimbilir ne zaman gelmiş tabaklar uykuya çekildikleri raflardan sonunda çıkıp, bizim narlı, portakallı kuzu incikleri sılaya taşıdılar.

Mutfağa girmeden gurme grubuna yazmıştım, “Bu akşam bizde narlı ve portakallı fırında kuzu incik var.” diye de, “Bizim dolapta ne varsa o var bu akşam.” diye cevap gelmişti. Adı çok fiyakalı olan bizim incik de dolapta ne varsa tarzında, çok kolay hazırlanan bir yemekti aslında. İstek üzerine aşağıda emrinize amade:

MALZEMELER (dört kişi için):
4 adet kuzu incik
1 adet nar
1 adet portakal
1 adet elma
1 avuç can eriği
1 avuç cherry ya da kokteyl domates
1 avuç mantar
10-15 adet arpacık soğanı
1 baş sarmısak
10-15 adet vişne kurusu
10-15 adet yabanmersini kurusu
5 adet kayısı kurusu
1 çorba kaşığı çam fıstığı
1 tatlı kaşığı kuş üzümü
birkaç dal taze kekik
tuz, karabiber
köri, müskat, pul biber, tarçın, zencefil, biberiye

HAZIRLANIŞI:
Kemikli kuzu inciklerini, boylarını biraz geçecek derince bir fırın kabına bir ters bir düz dizin. Üstlerine yarım narın ayıkladığınız tanelerini ve filetosunu çıkarıp sekize böldüğünüz portakalı ve elmayı yerleştirin. Yıkadığınız diğer meyve ve sebzelerle, soğan ve sarmısağı doğramadan başka bir kapta baharatla da karıştırıp fırın kabına ilave edin. Fırın kabını olduğu gibi bir fırın torbasına koyarak 180 derecede ısıttığınız fırında iki saat pişirin. Her bir inciğin üzerini fırın kabında kalan sosla süsleyerek tabii ki soğutmadan servis yapın. (Yako’nun püf noktası: Ben buna benzer eklektik lezzetli yemeklerde baharatları hiçbirinin tadının bir diğerine baskın çıkmamasına gayret ediyorum. Bir de bu yemek sanıldığının aksine, tüm meyve ve sebzeler eriyip birbirlerine karıştıklarında tatlı olmasa daha iyi olur tabii. Aman dikkat, fırında marmelat ya da aşure yapmıyoruz.)

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Yolda tutmak II



Cevat Hoca'nın güzel gülümsemesini sayfanın başında bir hafta tutmak ne iyi olmuş...

Cumartesi akşamı o güzel gülümseme tüm dünyada sporseverlere bulaştı. Bir süreliğine dertlerini, dertlerimizi unutup sevindi kızlı erkekli, genci yaşlısı, züğürdü zengini. Sabaha kadar sürdü sevinçleri. Şimdi, ertesi gün, hadi birkaç gün ya da hafta daha diyelim, her yere asılı renkleri gördükçe soluk renkli hayatlarımızın dertlerinden bir süreliğine de olsa yeniden uzaklaşacaklar.

Ve sonra gene başlayacak.

Yolda tutmak demişti ya. Yolda tutma çabası...

İlk başlarda o kadar çekici gelen, şaşırtıcı renkliliği kanıksayacağız önce. Astığımız bayraklar yağmurla ıslanacak, güneşte solacak, şehrin kiriyle lekelenecek. Ve bir süre sonra bugün bize heyecan veren ter kokulu taze sımsıcak öyküler, birçokları için çok da farklı olmayacak örneğin otuzbeş sene öncesinin zafer öykülerinden.

Yolda tutmak keşke o hikâyedeki mütevazı adamın dediği kadar kolay olsaydı...

Resim Bolivya’danmış, bana gönderenin yalancısıyım. Hepimizin her gün yürümek zorunda olduğu bir Bolivya yolu yok mu sizce? Dezenformasyon çağında kimin, neyi, ne zaman, ne kadar, nasıl, hangi yolda tuttuğunu kaçımız ayırt edebiliyoruz? Peki, yolda tutanlara, ya tutamayanlara ne oluyor?

Ben ipin ucunu daha fazla kaçırmadan, meraklılarına internetten bir izinsiz apartma sunarak bitireyim, İtalyan Usulü Yengeç Çorbası tarifi. Yengecin hangi yengeç olduğunu söylemeyeceğim ama son yıllarda Akdeniz kıyılarımızda çok değerlenen mavi yengeçten çok daha koyu tonda olduğunu söyleyeyim yeter. Bu yengeç bizim o şahane pavuryanın küçüğüne derler değil mi aslında? Bu bu yazın favori yemeği olacak:

Malzemeler:

225 gr. ayıklanmış yengeç eti
1 adet orta boy domates (soyulmuş ve küp şeklinde doğranmış)
1 adet havuç
2 adet arpacık soğan
3 çorba kaşığı zeytinyağı
1,5 çorba kaşığı beyaz şarap
2 diş sarmısak
3 karanfil
1 su bardağı süt
Karabiber
Tuz

Hazırlanışı:

Yengeç etini 2 saat sütün içinde marine edin.

Şarap ve yağın dışında bütün malzemeyi tuzlu suda haşlayın, sonra tel bir süzgeçten geçirerek püre yapın.

Şarabı ve yağı püreye karıştırın. Yengeç etini pürenin içine atarak 30 dakika pişirin. Dumanı üstünde servis edin.

2 Mayıs 2008 Cuma

Akil adamdan sevgiyle...



“YOLDA TUTMAK...
.
Günün birinde, çocukken yaşadığım çiftliğin bahçesinde bir at belirdi. Atın üzerinde tanımlayıcı bir işaret olmadığı gibi, kimse de nereden geldiğini bilmiyordu. Hepimiz onun bir çiftliğe ait olduğunu, geri götürmemiz gerektiğini düşünüyorduk.
.
Babam atı eyerledi ve birlikte yola çıktılar. Babam atın içgüdülerine güveniyordu, onun yolunu bulacağından emindi ve onu sadece otlamak için yoldan çıktığında yönlendirmekle yetindi. Kısa zaman sonra, at sahibinin çiftliğine ulaştılar.
.
Atın sahibi onları görünce şaşkınlığını saklamadı ve babama atın o çiftlikte yaşadığını nereden bildiğini sordu. Babam da “Ben değil, at biliyordu. Benim yaptığım tek şey atı yola çıkarmaktı.” cevabını verdi.
(Kaynak: Uygulamalarla NLP, Sue Knight, Sistem Yay. , 1999, s.65.)”

Güzel bir gündü. Ama en önemlisi Ali İhsan Bey'in, Ali İhsan Göğüş'ün o dinç, mutlu sesinin antrenmanın ortasında ansızın kulağımın içinde çınlamasıydı. Yanlış anlamayın, mavidiş (öyle derlerdi ya ilk çıktığında) kulaklık sayesinde. Yazıda aktardığım izlenimlerimde hiç yanılmadığımı Cumhuriyette senelerce dirsek çürütmüş dostlarımla yaptığım sohbetler sayesinde doğrulamıştım. Benim kendisini okurken aldığım keyfi yansıtmaya çalışmıştım Vatan Kitap Dergisi okurlarına, o keyfi Ali İhsan Bey'e de aktarabilmiş olduğumu ilk ağızdan öğrendim. Şimdi dünyanın şanslı adamlarından bir diğeri olarak, yazıda sözünü ettiğim Ali İhsan Bey'le bir kahve içmek dileğimin gerçekleşeceği günü iple çekeceğim.

Sonra akşamüstü, Cevat Hoca yukarıda okuduğunuz öyküyü hepinizden önce bana gösterdi. Doğayla iç içe geçmiş çocukluğundan bir öykü çıkardı bana sanmıştım ki, altındaki S. Knight imzasını gördüm. Kenarda saklayayım dedim, "Cevat Hoca'dan sevgilerle, dersin" dedi. İşte saklıyorum.

Son olarak da az önce kızkardeşim dedi ki: "İzmirli bir okurun (kendi arkadaşlarından biriymiş tabii, anlattı sonra) “boyöz değil, boyozdur o!” diyor aloo!"

"Oh be! dedim. Boşa yazmıyormuşum o zaman..."

1 Mayıs 2008 Perşembe

Boyöz mü?..


Geçen Pazar gecelerinden birinde maç dönüşü geç saatte spor programları bitmiş, alacağımızı almışız, elde kumanda zap sporu yapıyoruz. Kaçınılmaz olarak Popstar Alaturka hipnotize etti. Bülent Hanım gene o dehşet verici –iyi ki programı geç yayınlıyorlar diyeceğim ama çocuklar bizim zamanımızdaki erkenden yatırılamıyor galiba artık, mecburen onlar da maruz kalıyorlar Bülent Hanım’a- şeylerinden giymiş. Saç-makyaj evlere freddie… İzmir’den hediye getirmişler kendilerine, kabul buyuruyor. “Aaah!” çekiyor önce derin derin. “Ben de İzmir’de çalışırken, bana da "BOYÖZ" getirirdi falanca genç delikanlı…”diyor. Çağlayan gibi güçlü Türkçe-Osmanlıca-Arapça-Farsça- Fransızca-İngilizce karışımı Bülentçesiyle kelimelerin doğru telaffuzlarını öğretiyor ya bize başmuallime hanımefendi, bu boyoz sözcüğünün de kibar ve ince olmasını zarif bir “Ö” harfiyle sağlayıveriyor hemencecik. Bizim de koltuktan kahkahalar atarak düşmemizi sağlamış olması ise ayrı bir televizyonculuk başarısı.

Bu aslen İspanyolca sözcük (bollo çoğulsa bollos), nette elmundo.es sözlüğünde, ki çok güvenilir sözlüktür, şöyle açıklanıyor: "Farklı formlarda olabilen süngersi dokuda küçük ekmek, un, su, süt, yumurta gibi malzemelerden oluşan bir hamurdan hazırlanır ve fırında pişirilir." Yani Türkçe söylemek istersek, poğaça mı efendim? Bu sözcüğün Türkiye’de özellikle de İzmir’de halen kullanılmasını ise takdir edersiniz ki Cudyo-Espanyol denen Yahudi İspanyolcasına, başka bir deyişle Sefarad lisanına borçluyuz. Sonunda bu Yahudi usulü poğaça, özellikle İzmirlilerin ve çok şükür sadece bir harf farkla ne mutlu ki Bülent Hanımefendi Hazretleri'nin de hayatının değişmez bir parçası haline gelmiş bir kahvaltılık. Bir de küçük boyikozlar vardır benim aslında daha çok sevdiğim. Bir ara tarifini de yazarım ama, Cihangir’deki Sıraselviler Caddesi üzerindeki Savoy Pastanesi’ne gidin bir sabah, adını öyle demeseler de patlıcanlı, patatesli, peynirlilerini aslına gayet sadık tariflerle pişirdiklerini göreceksiniz. Hani o ufak yarım daire formundaki şişkin, küçük poğaçalardan bahsediyorum, evet. (Bu -ko eki İspanyolcada –to olarak gelişmiş küçültme eki sadece. Türkçemizdeki –cik le aynı anlama geliyor. Poğaçacık diyelim isterseniz. Sonundaki z İspanyolcadaki s gibi isimleri çoğul hale getirmekte kullanılıyor.)

Birkaç ay önce gourmet grubumuza bir mesaj trafiği olmuştu bu konuda, aralarından benim mesajımı toparlayıp aşağıya aktarıyorum bu vesileyle…

Babam vasıtasıyla, yürümeye başladığımdan beri yazları Tahtakale Tomruk Sokaklı'ydım onyedi-onsekizime dek. Hatta ilk körfez krizlerinde turizmimiz bayılınca, bir ara yaz-kış Tahtakaleli olmuştum.

Hala mutfak alışverişi denince aklıma ilk Eminönü'nün gelmesi bundan olsa gerek.

Bölgenin neredeyse tüm irili ufaklı, toptancı-perakendeci dükkânlarının yanı sıra, tüm esnaf lokantaları denenmeye değer. Bir gün Saadet Özen’in “Hanlar, Kapanlar, Çarşılar” adlı o harikulâde tam günlük turunun katılımcıları arasına girebilmenizi dilerim ne olduğunu daha iyi anlamak için. Mısır Çarşısı'ndan Kapalıçarşı'ya tam bir günde çıkıyor. Az önce sıraladıklarım arasında iddiasız bir esnaf lokantası olarak, Mısır Çarşısı’nın karşısındaki koca meydana bakan o artık tek sıra bina bırakılmış sokakta, gittikçe büyüyen Hamdi’nin yanında küçücük kalmış o zor bulunur "kaşer" Levi Et Lokantası her daim tavsiyeye şayandır. Hani kaşer aradığımdan ya da kaşeruta dikkat ettiğimden olamayacağına göre, en azından yıllardır kapatmadığı için bile denemeyi hak eder bence. (Tahmis Kalçın Sokak, Çavuşbaşı Han No 6/23, rezervasyon gerekmez ama, sadece hafta içi açan bu lokantaya 0212.5121196 numaralı telefondan ulaşılabilir.)

Gourmet grubumuzun bir üyesi orada Yahudi böreği diye bir şey yemiş de tadı damağında kalmış bana sormuştu. Yahudi böreği deyince bana pek bir şey anımsatmadı ama içeriğini, formunu bilsem herhalde çıkarırdım ne olduğunu, tarifini yazıverir ya da yoğurur yapardım.

Acaba yukarıda resmi de olan boyoz mu bu börek? Eğer öyleyse, ya da değilse bile, Vikipedia'dan izin almadan apartalım:

Boyoz, İzmir'e özgü ve İzmir damak tadı ile özdeşleşmiş, Türkiye'nin başka yerlerinde, çoğu kez, ya sadece ismi bilinen ya da ismi bile bilinmeyen, yağlı un da denen özgün bir hamurişidir. Başka yerde bulunmadığı veya hakikisi yapılmadığı için, boyozun gurbetteki İzmirliler için özel bir anlamı vardır. Boyozu İzmir mutfağında 1492 sonrasında İspanya'dan kovularak İzmir'e yerleşen Sefarad Yahudi toplumunun kazandırdığı konusunda bütün kaynaklar hemfikirdir. Yine İspanyol kültürünün uzantıları olan Arjantin, Şili, Peru, Meksika gibi ülkelerde de, özellikle Sefarad kökenli nüfus grupları arasında ve özellikle peynirli ve ıspanaklı türleri sıklıkla hazırlanmakla ve beğeni ile tüketilmektedir. Boyozun ilk çıkışını atık hamur malzemesinin değerlendirilmesine bağlayan kaynaklar bulunmaktadır. Boyoz ismi de, neredeyse kesin surette, İspanyolca "bollos" (bohça) kelimesinden türemiştir. İzmir dışında hiçbir şehirde ticari olarak piyasaya sunulmadığından İzmir’in böreği olmuştur. Rivayete göre, İzmir'de boyozun en iyisini Boyozcu Avram Usta yapmış, o öldükten sonra İzmir'de boyozlar "Avram Usta’nın boyozu" adı altında satılmıştır. Avram Usta'nın devrettiği geleneği günümüzde Alsancak Dostlar Fırını'nın sahibi Halim Usta ve başka ustalar yaşatmaktadır. Halim Usta'nın tarifine göre, öncelikle hamur yoğrulup top şeklinde 2-3 saat tavada dinlendirilir. Daha sonra elle tabak genişliğinde açılıp bir süre daha dinlendirilen hamur, daha sonra yine elle sallanır ve tekrar açılır ve rulo yapılıp 1-2 saat daha dinlendirilir. Kulak memesi kıvamında kopma noktasına geldiğinde tavalara sıralanır ve küçük toplar halinde kesilerek yarım saat ile bir saat arasında nebati yağ içinde bekletilir. Çok yüksek ateşte tepsi ile fırınlanmadan önce kat kat, ipince açılmış olan milföy yufkanın arasına içlik malzemesi (peynir, ıspanak vs.) de konulabilirse de, hakiki boyoz sade olur. Hamurun özelliği un, çiçek yağı ve tahin karışımı ve tuzlu olmasıdır. İzmir'de Konak metropol ilçesinin Mustafabey (ünlü Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nin bulunduğu semt), Kordon, Pasaport, Karantina gibi muhitleri, Tepecik (Yenişehir) mahallesi ve Bornova metropol ilçesi boyozla birlikte anılan yerlerin başında gelir. Çay ve bol karabiberli haşlanmış yumurta boyozun vazgeçilmez refakatçileridir. Hatta bazen boyoz ve yumurta adedi "üçe bir" "beşe iki" gibi bir arada sipariş edilir. Yağlı, kalorili ve pasaklı (etrafa saçmadan yemek imkânsızdır) olmakla birlikte enfes bir sabah kahvaltısı malzemesidir.

Bu denemeleri yazarken bir yandan da merakla o sırada beynimin hangi bölgesinin kontrolü altında olduğumu düşünüyorum bazen. Sevgili dostum Yrd. Doç. Dr. İlker Yücesir (ağır abi, gerçekten... Gourmet, gourmand, keyif insanı, bonvivant) yardımcı oldu bana hemen, göz atmanızı tavsiye ederim:
http://www.sfn.org/index.cfm?pagename=brainBriefings_tasteDetectors
P.S.: 7 Temmuz 2010'da bir göz attım, yukarıdaki link artık çalışmıyor,
ama benzer bir çalışmayı, bu yeni linkte de okuyabilirsiniz:


YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google