15 Mayıs 2008 Perşembe

Bir gece treni...



En iyi romancıların geçmişten geleceğine inananlar vardır. Kendi zamanının diliyle konuşmamış, bir gelecek zamanın hikâyelerini anlatmış olanları bekleyen bir okur cemaatinin mensuplarıdır bunlar. Bekledikleri gizlice, neredeyse utanarak, ya da bir ayin yapar gibi, şizofrenik bir saplantıyla yazanlardır. Yazdıkları yıllar sonra keşfedilen, kılıktan kılığa giren birer gölgeden ibaret anlatıcılar. Saklı kalmış bir hazineyi yuvasından çıkarmanın hazzını yaşatan, sırf bu zevkin uğruna daha ne söyledikleri bilinmeden, umursanmadan istenen, aranan yazarlar.

Bu yazarlar geçmişten gelmelerinin yanı sıra klişelerden de uzak olmalıdır. Edebiyatta klişeyle neyin kastedildiği epey muğlak olsa da “geçmişten gelen yazardan” duyulmamış, yeni, şaşırtıcı bir şey söylemesi istenir, hatta aksi takdirde âdeta bir keşif yapmış olma duygusunu da yaşatamayacaklardır. Ve eğer şimdiki zamanda böyle birileri varsa, onların da kaderi gelecekte, geçmişten gelen bir yazar olarak keşfedilmektir.

Ve bazen edebiyat bu kurguyu darmadağın eder. Yazarınız hem sizin çağınızdan, belki başka bir dilden gelir, hem de o güne dek binlerce kez yazılmış temaları, açıkçası klişeleri art arda sıralar. Ve gene de sizin yazarınız olur, kendinizi kurtaramadığınız bir kitap yazmış olur, çünkü kelimelere edebiyattan beklediğiniz o müphem, oynak hasleti yüklemeyi bilmiştir. Parlak bir şey söylememiştir, gökyüzünün altında o güne dek yazılmışların dışına çıkmış değildir, fakat bilinenleri sizinle ilgili bir yerinden yakalamış, klişelerin rahatlatıcı, bildik akışına sizin pencerenizden bir bakış katmıştır, ve bilmeden yapmıştır bunu. Geçen ay Merkez Kitaplar’dan çıkan Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni benim için böyle oldu.

Doğrusu kitap ilk bakışta şüphe uyandıracak bir bildik hikâyeler bombardımanıyla başlıyordu: Kendine dümdüz, sürprizsiz bir hayat kurmuşken bir anda, karşılaştığı gizemli bir kadından dolayı bir gecede hayatını değiştiren bir adam, bir tren yolculuğu, peşine düştüğü gizemli, geçmişten gelen bir yazar, sahaflar, büyüsüne kapıldığı bir kent… Bir “gizemli kent romanı” daha yani. Yalan değil, romanda bunların hepsi var, fakat bilinen bir yoldan tekrar geçtiğim hissini vermedi, hem de hiç. Belki dilinden dolayı. Belki yazar bilinen bir hikâyeyi özgün bir sesle anlatma becerisini gösterdiği için. Belki Lizbon’dan bahsettiği için. Belki yazar, şizofren gibi bölünerek farklı üsluplarla metinler yazabildiği için. Belki roman meraklı okura göz kırpan ufak tefek tuzaklar barındırdığı, olmayan kitaplar üzerine hikâyeler kurduğu için. Belki sürekli kabuk değiştirdiği, “tamam, bu artık böyle gider” dendiği anda bir gerilim romanından, kahramanın insan doğası üzerine düşündüğü, acıtıcı bir metne dönüştüğü için. Her ne olursa olsun, nihayetinde benim için 2007’nin son demlerinde yılın keşfi oldu Lizbon’a Gece Treni. İlknur Özdemir’in gürül gürül akan çevirisinin de mutlaka bu keşifte büyük etkisi oldu.

Konuyu iki satırda özetlemek Lizbon’a Gece Treni’nin lezzetini ne kadar aktarabilir, şüpheliyim, fakat üstün körü de olsa başkahramanla tanışmak belki bir fikir verebilir: Kahramanımız bir lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki Raimund Gregorius’tur. Alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlar. Adeta bir haberci melek gibi çizilen bu kadından duyduğu tek bir kelime hayatını değiştirecektir: “Anadiliniz nedir?” sorusuna cevap olarak gelen “Português”. Diller Raimund Gregorius için hayatın akışını belirleyen varlıklardır, ve böyle bir öğretmen için zaten yeni bir hayatın kapısını yeni bir dilden başka bir şeyin açması beklenemez. Gregorius Portekizce’nin açtığı kapıdan önce yaşadığı Bern şehrinde, sahafların raflarında bekleyen kitaplara, daha doğrusu Portekizli Amadeu Inacio de Almeida Prado’nun bir kitabına, ismi kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras”a –Sözlerin Kuyumcusu’na ulaşır; o günden itibaren hayatındaki hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır.

Gregorius gecelerden birinde boşandığı eşinin, aslında yıllardır değişmeyen hayatının birer uzvu olan öğrencilerinin, hep aynı sokaklarından geçtiği şehrinin anılarını kısa tereddütlerle terk ederek Lizbon’a kalkan ilk trene atlar. Elinde dillere olan yeteneğine ve ölü dillerdeki tecrübesine dayanarak, yeni yeni öğrenmeye başladığı Portekizce’den çözmeye çalıştığı Amadeu de Prado’nun kitabı vardır; aklında ise yakın bir arkadaşı kadar iyi tanıdığı Marcus Aurelius’un sözleri: “Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın… Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.” Prado’nun metninin onu nereye götüreceği belli değildir, fakat Gregorius’un çıktığı bu tuhaf, ucu açık yolculukta onun derinliğinden başka sığınacağı bir yer yoktur. Ama en önemlisi Prado’nun Portekizce’yle olan ilişkisidir: Portekizce Gregorius’a sunulmuş yeni bir ülke, yeni bir hayattır: “Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. … Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne? Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum.”

Gregorius solgun güzelliğiyle, loş ışığıyla onu afallatan Lizbon’un sahaflarında Luis Vas de Camoes’le, Eça de Queiros’la ve en önemlisi, kitabın satır aralarında varlığını hep hissedeceğimiz Pessoa’yla tanışır. Asıl amacı de Prado’nun kim olduğunu keşfetmektir. Onunla ilgili ilk somut bilgi bir vakitler Pessoa’nın gömülmüş olduğu Prazeres Mezarlığı’ndan gelir. Belki aslında bir 19. yüzyıl insanı olan Gregorius, 19. yüzyılın havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti olan Lizbon’da de Prado’nun nezdinde diktatör Salazar’a karşı bir direnişin, ama aynı zamanda kendi kabuklaşmış duygularının izini sürer: “İnsanın kendini en iyi bir başkasının üzerinden tanıması mümkün müdür?”

Lizbon’a Gece Treni’nin yazarı, asıl adı Peter Bieri olan Pascal Mercier aslında bir felsefe profesörü. Roman, Gregorius gibi onun da “asli olana doğru” gitmeye duyduğu ihtiyacın bir ürünü: “Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız… Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma gene başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz. (…) Bu aksiyonu az bir gerilim romanı bir anlamda. Kundera’nın ‘Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur’ tarifi hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonunda kutsallık var, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adam gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi derinlerinde yer etmiş.”

KİTAPTAN:
Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde,” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforu üzerine düşünüyor: “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım… Rayları ve yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)
.
Saadet Özen
.
(Saadet Özen'in bu yazısı geçtiğimiz aylarda Vatan Kitap Dergisi'nde yayınlandı. Yako Igual'in aynı kitap hakkındaki denemesiyle aynı sayfada yayınlanmasının nedeni, hayatı paylaşmayı tercih etmiş iki insanın aynı şeylerden keyif aldığı, ilgi ve etkileşim alanları benzer olduğu ve aynı kaynaklardan beslendikleri halde algılama ve üretim aşamalarında ve tarzlarında sahip oldukları farkları sergilemek...)

Hiç yorum yok:

YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google