ya da,
Lizbon’a Gece Treni
Yazımızın “kahramanı” tren tutkunu felsefeci Peter Bieri, Bern banliyösünden bir küçük burjuva ailesinin oğlu olarak açtı hayata gözlerini. İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen düzenli bir çevrede geçti çocukluğu. Okulda yalnızca Latince, Yunanca ve İbranice değil Sanskritçe de öğrenmekle kalmadı, Tibet mistisizmi derslerine de girdi. Londra ve Heidelberg üniversitelerinde felsefe, İngiliz Dili ve Hint Kültürü okudu. Mezuniyetinden sonra Heidelberg üniversitesi felsefe bölümünde asistan olarak kalmayı tercih ederek felsefe psikolojisi, bilinç teorisi ve ahlak felsefesi üzerine çalışmalar yaptı. Berkeley ve Harvard üniversitelerinde, 1993 yılından itibaren de Berlin Hür Üniversitesi’nde dersler vermiş ve felsefe üzerine yazdı. Kendi adıyla imzaladığı felsefe kitaplarından sonra, “Perlmanns Schweigen” adlı ilk romanını 1995 yılında Pascal Mercier mahlasıyla yayımladı.
İlk romanı ve onu izleyen 1998 tarihli “Der Klavierstimmer”, edebiyat çevrelerinde Max Frisch ve Thomas Mann’ın en önemli eserleriyle eşdeğer tutuldu.
Mahlasını seçerken kendisi için zarafetin simgesi olan “Romande” İsviçre’nin (ülkenin Fransızca konuşulan bölümü) önemli simgelerinden biri olan meşhur saatçi “Baume&Mercier”den esinlenmiş Bieri. Ona göre mütevazı bir admış Mercier, oldu olası hoşuna gidermiş zaten.
Mercier üçüncü romanı olan Lizbon’a Gece Treni İsviçre’de 2004’te yayınladı ve Fransızcaya çevrilen ilk romanı oldu. Fransa’da Prix des Librairies Initiales 2006 Yabancı Edebiyat Ödülü’nü aldı, Femina Ödülü’ne de aday gösterilen roman bu yılın son döneminde Türkçe’ye kazandırılan en önemli eserlerden biri hiç kuşkusuz.
Pascal Mercier’nin şair “kahramanı” Amadeu de Prado yaşamının sonlarında yazdığı “Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde.” başlıklı bir mektupta yolculuk metaforunu işliyor. “Gönüllü olarak binmedim, seçme hakkım yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Çok çok eskiden bir gün kompartımanımda uyandım ve tekerleklerin döndüğünü hissettim. Heyecanlıydı, tekerleklerin tıkırtısını dinledim, başımı esen rüzgâra verdim, yanımdan geçen şeylerin hızının tadını çıkardım…” “… Rayları ve (yolculuk ettiğim) yönü değiştiremem. Hızı ben belirlemiyorum. Lokomotifi görmüyorum, onu kimin kullandığını ve makinistin güvenilir görünüp görünmediğini bilemem…” “… Koridordan geçenleri görüp şöyle düşünüyorum. Belki onların kompartımanlarında durum benimkinden çok farklıdır. Ama oralara gidip bakamam, daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da görmeyeceğim bir kondüktör kompartımanımın kapısını kilitleyip sürgülemiş. Pencereyi açıyorum, iyice dışarı sarkıyorum ve başkalarının da aynı şeyi yaptığını görüyorum…” (s. 357)
Romanın lisede eski diller öğretmenliği yapan 57 yaşındaki “anti-kahramanı” Raimund Gregorius ise alelade bir öğretmen gününün yağmurlu gecesinde bir köprünün korkuluklarından aşağıya sarkan bir Portekizli kadına rastlıyor. Gözüne haberci melek gibi görünen bu gizemli kadından bilmediği bir dilde dinledikleri arasında duyduğu tek bir kelimenin büyülü melodisi: “- Portugues… ” ve sonrasında bir sahafın tozlu raflarında Portekizli şair Amadeu de Prado’nun, adı kulağı okşayan “Um Ourives das Palavras” (Sözlerin Kuyumcusu) kitabını keşfetmesi içindeki delice itkiyi tetikliyor. Ve o günden itibaren hayatında her şey değişecek olan Gregorius, Lizbon’a kalkan ilk trene atlayıp tekdüze hayatını bir daha geri dönmemek üzere terk ediyor. Lizbon’un güzelliği karşısında afallayan Gregorius, de Prado’nun gerçekte kim olduğunu araştırmaya başlıyor. Araştırması sırasında diktatör Salazar’ın ateşli muhaliflerinden olan bu şair doktorun tanıdıklarıyla, ama en çok da onun etkileyici kişiliğinden etkilenen kadınlarla karşılaşıyor.
Bu araştırması, kendi duygu ve düşüncelerine döndürüyor Gregorius’u sonunda. Yaşamı boyunca yaptığı seçimleri değerlendirdiği içsel bir yolculuğa çıkıyor.
Pessoa metinleriyle derin paralellikler taşıyan de Prado metinleri, kendini aslında XIX. yüzyılda daha rahat hissedecek olan Gregorius’a, XIX. yüzyıl havasını en çok taşıyan Avrupa başkenti Lizbon’da, dikta karşıtı bir direnişin izini sürdürüyor.
Sıra dışı bir yoğunluk ve derinlikteki Lizbon’a Gece Treni, sayfalar ilerledikçe okuru romanın zenginliğinin tadına daha iyi varabilmek için yavaşlamaya zorunlu kılıyor. Dedektiflere taş çıkartan lise öğretmeni Gregorius’un öyküsünde gerilim romanı havası yerini bir süre sonra insan doğası ve düşüncenin ikilemine doğru içsel bir yolculuğun rahatlatıcı etkisine bırakıyor.
Librairies Initiales 2006 Ödülü’nü alması nedeniyle yapılan bir röportajda felsefeci Peter Bieri ya da nam-ı diğer Pascal Mercier, edebiyata geçişini akademik hayatın kendisini artık tatmin etmemesine bağlıyor. Sınırları belirli çerçeveler, teknik dil kullanma zorunluluğu ve özellikle de felsefenin öznesinin bir jargon duvarının ardında sıkışıp kalması ona doğruyu kaybettiğini ya da felsefenin aslını yitirdiğini düşündürmeye başlayınca “gerçeğe doğru” bir yolculuğa çıkması vaktinin gerektiğini anlamış.
“Gece Treni’ne binip hayal âlemine doğru yola çıktım anlayacağınız…”, diyor kendi ifadesiyle. “Kendimi buldum, böylece hayale doğru yolculuğuma yeni baştan başlamış oldum. Felsefeye başladığımda amacım zaten buydu ve artık amacıma dönmem gerekiyordu. Gençliğimde İsviçre’de öğrenciyken çok sinemaya giderdim. Bazen günde iki-üç filme. Siyah-beyaz Fransız sineması, Melville filmleri, Gabin, Ventura, Signoret’li. Hepsini izledim. Sinematografik boyut, hayal âlemi benim kendimi evimde hissettiğim yerdi. Üniversite ise analitik ortam, derin düşünce ortamı ve kendinizi çok kaptırdığınızda hayal etme yeteneğinizi kaybediveriyorsunuz… Bu aksiyonu az bir gerilim bir anlamda. Kundera’nın “Roman bir konu üzerine şiirsel meditasyondur” tanımlamasını hep aklımda. Ve ayrıca bir romanda konu, kişiler ya da aksiyon kadar önemli başka bir şey daha vardır: ton. Metnin tonu onun melodisini, ritmini, müziğini meydana getirir. Konu bunlar sayesinde şekil bulur ve aktarılacak hale gelir. Şiirin klasik tanımı da bu değil midir? Aslında bu roman bir füg (fugue) gibi inşa edildi ve benim için daha çok bir Bach fügü bu. Hep kitabın ardındaki müziğin hangisi olduğunu kendine sorması gerekir okuyucunun. Bu romanın tonu ise mukaddesin tonu, çünkü Amadeu inancını yitirmiş olmasına karşın hayatın önemli olgularını dindar bir adammış gibi algılıyor. Bozulmaması gereken kutsal şeylerin var olduğu hissi ruhunun derinlerinde kuvvetle yer etmiş.”
Hep aynı bestecilerin hep aynı eserlerini, hep aynı üslup ve zarafetle çalmak zorunluluğu yüzünden kendini klasik müzikten uzaklaştırmış birçok virtüozu barındırır jazz ve rock dünyası. Aynı nedenle Peter Bieri Lizbon’a Gece Treni’ni, çok iyi kullandığından emin olduğu sözcükleri kendi istediği tarzda dizmesine aracılık yapan “gönlünün yazar kahramanı” Pascal Mercier’ye yazdırmış. Mercier yazarlığını bir değil birçok farklı üslupta konuşturarak, deyim yerindeyse döktürmüş. Bazı eleştirmenlerin şizofrenik diye nitelendirdiği bu yazarlık bölünmesini bir müzisyenin farklı tarzlarda çalmaya olanak veren ustalığının edebiyattaki eşdeğeri olarak yorumlamak olası. Üstelik bu ustalığın ve tarzlar arası yolculuğun okuyucuya da en az yazara olduğu kadar keyif verdiğini göz ardı etmemek gerek. Yazar bir yerde Simenon Usta’ya da saygı göstermeyi unutmamış, “Yazsaydı ne güzel yazardı kim bilir?” diyerek, “Tren” adında hayali bir roman yazdırıp ustaya, üstüne bir de romana atıfta bulunmuş. Usta çevirmen İlknur Özdemir de bu farklı üslupları Türkçe’ye çevirirken yazarın kaygılarını ve yoğun keyfini paylaşmış olsa gerek ki, romanın sayfalarından gerçek ya da hayali yazarların benzemez tarzlarının oluşturduğu bütünlüğünü izlemekten kaynaklanan kalıcı, koyu kahve ya da single maltımsı - ya da hadi hep birlikte iyice dibe dalıp kum çıkaralım- Miles Davis’imsi buram buram bir keyif bulaşıyor okuyucuya.
Lizbon’a Gece Treni
Pascal Mercier,
2007, Merkez Kitapçılık
420 s.,
14 Mayıs 2008 Çarşamba
Georges Simenon’un Tren adlı bir romanı ne yazık ki yoktur!
Etiketler:
Yako Kitaplar...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder