İyi pazarlar,
Türkiye'de yalnızca dışarıda yer-içerken değil, markette alış-veriş ederken dahi kazıklandığını hissedenlerden biriyim.
Ne peynire, ne işlenmiş gıdaya, ne yeşilliklere, ne baharata, ne de şaraba ya da biraya Türkiye'de doğru fiyatlar ödemediğimizi düşünüyorum.
O yüzden de iki günlüğüne dahi yurtdışına çıkınca neresi olursa olsun, bir fırsat yaratıp, en azından bari bir süpermarkete gidip aylık alışverişimi (bazen benimle birlikte yolculuğa çıkanları güldürmek pahasına da olsa) yapıyorum. (Not: Son market alışverişimi Kıbrıs'ta yaptım: cheddar'ın kilosu 15, dün bahsettiğimiz Colman's hardal'ın 170 gr. kavanozu 5 ytl idi!)
Yurtdışı gezilerimizde Saadet'in hazırladığı sıkı kültürel programlara paralel olarak ben de sıkı gastronomik ziyaretler planlıyorum özenle. Yedi gece kalıyorsak yirmi-yirmibeş müzeye karşılık ondört sıkı lokanta buluyorum önceden. Böylece ruhumuzu her açıdan beslemeye gayret ediyoruz. Ne yazık ki bir çok düzgün, çok tanınmış, yıldızlı restoranda, yediklerimizin kalitesine ve porsiyonların boyuna karşılık gelen hesabın Türkiye'dekine oranla çok düşük olduğunu her gezimizde bir kez daha üzülerek tespit ediyoruz. Özellikle bizim balıkçılar ve kebapçılar, ocakbaşları dahil içler acısı bence. Batı Avrupa'da şarap dahil iki kişilik mükellef bir yemeği 40 euro'dan başlayıp 120 euro'ya kadar giden fiyatlarla yemek mümkün. En son bir Lizbon deniz ürünleri lokantasında şefe bize daha daha neler getirebileceğini sorduğumuzda: "Eh ama beyefendi zaten dükkanda yemedik şey bırakmadınız, ne varsa yediniz ki siz zaten!" dedi üzüntüyle... Hesap ta buna rağmen epi topu 85 euro geldi iki obura, hem de bir şişe şarapla. Boğaz kıyısında hem muhakkak yanlış hazırlanmış hem de daha küçük porsiyonlarla aynı çeşitte deniz ürününü herhalde en az üç-dört katına yerdik iki kişi. Bir çok yerde ise ne yediğinize pek bakılmadan iki kişilik hesap bir ali-cengiz oyunuyla 100-120 ytl'ye denk getiriliyor ki bu ise beni daha fazla şaşırtıyor. (Not: Geçen pazar meşhur Café Cadde'de 4 kişilik sabah kahvaltısı 150 ytl!)
Dün galiba televizyonda gözüm Hulusi Dericioğlu'nun bir röportajına takıldı. "Ya iyi ürünü az kar marjıyla makul fiyata satıp sürümden kazanacaksınız, ya da gene aynı ürünü markalaştırmaya gayret edip fiyatı azami oranda yükselterek şansınızı öyle deneyeceksiniz. Bu ikisinin arasının Türkiye'de yaşama şansı ise hiç yok!" gibi bir şeyler dedi özetle. Bizim tüccarımız galiba çok zahmetli olduğu için ilk yolu hemencecik pas geçiyor. Diğerinin tutmadığı zaten tecrübeyle sabit. O zaman acar girişimcimiz vahşi kapitalizmin kurallarının anladığı kadarına uyarak cin olmadan adam çarpma yoluna gidiyor, veriyor da veriyor fiyatı... Olan tüketiciye oluyor. Arada batan işletmeler de eğitim zayiatı diyelim artık.
Yılbaşından önce büyük bir parti için yana yakıla günlerce fiyat araştırarak 16 ytl'lik Angora'ları Carrefour'daki dev (!) promosyondan 8.90'a aldığımızı düşünürsek yıllardır şarapçılığımızın serpilmesine bir türlü ön ayak olamayan korumacılığın, dolaylı ve dolaysız vergilerin, kotaların vesairelerin Türkiye'de bırakalım kaliteyi, fiyatları dahi ne oranda etkilediği ortaya çıkıyor...
Rehberlik yaparken iyi müşterilerimden biri, Bordeaux'lu bir şarap toptancısı, İstanbul'da bilebildiğim en geniş şarap koleksiyonlarını kendisine göstermemi rica etmişti.
Marketler falan tabii ki kendisini kesmeyecekti. O zamanlar en büyük çeşit benim de çok desteklediğim Cihangir'deki La Cave'daydı, bir de Z... girişteki ufak bir bölümünü cave'a çevirmişti, bir sürü markayı ala-ü-vala ile satıyorlardı. La Cave'da bir iki tadımdan, keyifli sohbetten ve numunelik ufacık bir alışverişten sonra gittiğimiz Z... de müşterimde büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştu. O devirde Bordeaux'daki deposunda en fazla 0.85 euro'ya sattığı şişeler, Z...'de müşteriye 60 euro civarında fiyatlarla sunuluyordu. Zarifi'nin en pahalı ve alengirli, aşağı yukarı 80 euro'ya satılan şişeleri ise deposunda 1.25-1.60 euro seviyelerindeydi. Zaten bir süre sonra Paris'teyken bana kasayla almamı tavsiye ettiği adını hatırlamadığım zarif etiketli Bordeaux'ları, kaldığım semtin alelade bir bakkalından 2.05 euro'ya almış, İstanbul'a taşımıştım. Büyük bir keyifle bir yıla yakın süre içmiş ve konuklarımıza ikram etmiştik o şarabı.
Nezih (!) kulüp ve barlarımızda tek cognac'ların, bourbon'ların en az 12-15 ytl'den gitmesinin viski üreticiliğimize pek fazla katkısı olmadığı da açık. Bir çok ülkede şehir içindeki bakkal fiyatları bile bizim free-shop'larımızdakinden daha düşük. Aynı şeyi peynirlerimiz ya da tüm işlenmiş ürünlerimiz (produits fins desek?) için söylemek herhalde yanlış olmaz.
Vay be! Ne doluymuşum ben bu konuda!
Pazar pazar yazı gittikçe gitti...
Ama az da olsa rahatladım şimdi.
Türkiye'de yalnızca dışarıda yer-içerken değil, markette alış-veriş ederken dahi kazıklandığını hissedenlerden biriyim.
Ne peynire, ne işlenmiş gıdaya, ne yeşilliklere, ne baharata, ne de şaraba ya da biraya Türkiye'de doğru fiyatlar ödemediğimizi düşünüyorum.
O yüzden de iki günlüğüne dahi yurtdışına çıkınca neresi olursa olsun, bir fırsat yaratıp, en azından bari bir süpermarkete gidip aylık alışverişimi (bazen benimle birlikte yolculuğa çıkanları güldürmek pahasına da olsa) yapıyorum. (Not: Son market alışverişimi Kıbrıs'ta yaptım: cheddar'ın kilosu 15, dün bahsettiğimiz Colman's hardal'ın 170 gr. kavanozu 5 ytl idi!)
Yurtdışı gezilerimizde Saadet'in hazırladığı sıkı kültürel programlara paralel olarak ben de sıkı gastronomik ziyaretler planlıyorum özenle. Yedi gece kalıyorsak yirmi-yirmibeş müzeye karşılık ondört sıkı lokanta buluyorum önceden. Böylece ruhumuzu her açıdan beslemeye gayret ediyoruz. Ne yazık ki bir çok düzgün, çok tanınmış, yıldızlı restoranda, yediklerimizin kalitesine ve porsiyonların boyuna karşılık gelen hesabın Türkiye'dekine oranla çok düşük olduğunu her gezimizde bir kez daha üzülerek tespit ediyoruz. Özellikle bizim balıkçılar ve kebapçılar, ocakbaşları dahil içler acısı bence. Batı Avrupa'da şarap dahil iki kişilik mükellef bir yemeği 40 euro'dan başlayıp 120 euro'ya kadar giden fiyatlarla yemek mümkün. En son bir Lizbon deniz ürünleri lokantasında şefe bize daha daha neler getirebileceğini sorduğumuzda: "Eh ama beyefendi zaten dükkanda yemedik şey bırakmadınız, ne varsa yediniz ki siz zaten!" dedi üzüntüyle... Hesap ta buna rağmen epi topu 85 euro geldi iki obura, hem de bir şişe şarapla. Boğaz kıyısında hem muhakkak yanlış hazırlanmış hem de daha küçük porsiyonlarla aynı çeşitte deniz ürününü herhalde en az üç-dört katına yerdik iki kişi. Bir çok yerde ise ne yediğinize pek bakılmadan iki kişilik hesap bir ali-cengiz oyunuyla 100-120 ytl'ye denk getiriliyor ki bu ise beni daha fazla şaşırtıyor. (Not: Geçen pazar meşhur Café Cadde'de 4 kişilik sabah kahvaltısı 150 ytl!)
Dün galiba televizyonda gözüm Hulusi Dericioğlu'nun bir röportajına takıldı. "Ya iyi ürünü az kar marjıyla makul fiyata satıp sürümden kazanacaksınız, ya da gene aynı ürünü markalaştırmaya gayret edip fiyatı azami oranda yükselterek şansınızı öyle deneyeceksiniz. Bu ikisinin arasının Türkiye'de yaşama şansı ise hiç yok!" gibi bir şeyler dedi özetle. Bizim tüccarımız galiba çok zahmetli olduğu için ilk yolu hemencecik pas geçiyor. Diğerinin tutmadığı zaten tecrübeyle sabit. O zaman acar girişimcimiz vahşi kapitalizmin kurallarının anladığı kadarına uyarak cin olmadan adam çarpma yoluna gidiyor, veriyor da veriyor fiyatı... Olan tüketiciye oluyor. Arada batan işletmeler de eğitim zayiatı diyelim artık.
Yılbaşından önce büyük bir parti için yana yakıla günlerce fiyat araştırarak 16 ytl'lik Angora'ları Carrefour'daki dev (!) promosyondan 8.90'a aldığımızı düşünürsek yıllardır şarapçılığımızın serpilmesine bir türlü ön ayak olamayan korumacılığın, dolaylı ve dolaysız vergilerin, kotaların vesairelerin Türkiye'de bırakalım kaliteyi, fiyatları dahi ne oranda etkilediği ortaya çıkıyor...
Rehberlik yaparken iyi müşterilerimden biri, Bordeaux'lu bir şarap toptancısı, İstanbul'da bilebildiğim en geniş şarap koleksiyonlarını kendisine göstermemi rica etmişti.
Marketler falan tabii ki kendisini kesmeyecekti. O zamanlar en büyük çeşit benim de çok desteklediğim Cihangir'deki La Cave'daydı, bir de Z... girişteki ufak bir bölümünü cave'a çevirmişti, bir sürü markayı ala-ü-vala ile satıyorlardı. La Cave'da bir iki tadımdan, keyifli sohbetten ve numunelik ufacık bir alışverişten sonra gittiğimiz Z... de müşterimde büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştu. O devirde Bordeaux'daki deposunda en fazla 0.85 euro'ya sattığı şişeler, Z...'de müşteriye 60 euro civarında fiyatlarla sunuluyordu. Zarifi'nin en pahalı ve alengirli, aşağı yukarı 80 euro'ya satılan şişeleri ise deposunda 1.25-1.60 euro seviyelerindeydi. Zaten bir süre sonra Paris'teyken bana kasayla almamı tavsiye ettiği adını hatırlamadığım zarif etiketli Bordeaux'ları, kaldığım semtin alelade bir bakkalından 2.05 euro'ya almış, İstanbul'a taşımıştım. Büyük bir keyifle bir yıla yakın süre içmiş ve konuklarımıza ikram etmiştik o şarabı.
Nezih (!) kulüp ve barlarımızda tek cognac'ların, bourbon'ların en az 12-15 ytl'den gitmesinin viski üreticiliğimize pek fazla katkısı olmadığı da açık. Bir çok ülkede şehir içindeki bakkal fiyatları bile bizim free-shop'larımızdakinden daha düşük. Aynı şeyi peynirlerimiz ya da tüm işlenmiş ürünlerimiz (produits fins desek?) için söylemek herhalde yanlış olmaz.
Vay be! Ne doluymuşum ben bu konuda!
Pazar pazar yazı gittikçe gitti...
Ama az da olsa rahatladım şimdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder