Üç dört yıl önceydi, hiç olmayacak bir gazete bayisinde STRIP adlı bir derginin kapağı ilişti gözüme. Strip deyince insanın aklı nerelere kayıyor tabii, ancak daha dikkatli bakınca çizgi-roman dergisi olduğunu anladım. O sıralar gene zor bulunan bir de Serüven dergisi vardı yayında. Almazsam olmaz deyip aldım tabii Strip’i. Yabancı çizerlerin çizgi dizilerinin arasında adının Çapa Çizgiroman Grubu olduğunu yeni yeni öğrendiğim bir ekibin iki uzun macerası Pırılkız ve İman Limited’i tanımak büyük sürpriz olmuştu o zaman. Tamamıyla DC ya da Marvel Comics tarzı Amerikan soslu çizgiler ve estetik anlayışının bu denli iyi sergilendiği yerli işler bu kalitede dergilerde pek yayınlanmıyordu. Okul çağlarını çoktan geçmiş, kırtasiyecilerle ya da Akmar pasajı vesairelerle ilişkisi mazide kalmış, fanzinlere tembellik nedeniyle kolayca ulaşamayan bendeniz için prozin tadındaki bu dergi çoktan yokolmuş dergilerin, hadi çok geçti üstünden Doğan Kardeş demeyelim de, örneğin bir Joker’in boşluğunu dolduracaktı. Ama aynı tarz dergilerin başına gelen Strip’in de başına gelir miydi acaba? Takdir edersiniz her aybaşı aynı bayiye korka korka gittim, taa ki “Abi o dergi kapandı herhalde bence…” haberini alana dek. 2006 yılı Nisan ayıydı. Kapanmıştı…
Pırılkız ve İman limited’in yaratıcıları Mahmut Asrar ve Yıldıray Çınar’ın kâğıda basılı çizgileriyle son olarak geçenlerde karşılaştım. Yıllardır çizgiroman yayıncılığında direnen ender yayınevlerinden ve aynı zamanda İstanbul’un müstesna kitapevlerinden Arka Bahçe Yayıncılık’ın bastığı 400 sayfalık koca Çapa cildinde. Çapa, çizgiroman tutkunlarının korkusuzca okuyabilecekleri ağırlıkta her şeyden önce. Küçük çizgiroman dergisi sayılarına ya da yüz sayfa civarındaki ciltlere benzemiyor, yani hemen bitivermesi mümkün değil. Küçükken çizgiroman ciltleri bitmesin diye yavaş yavaş okuyanlar beni daha iyi anlayacaktır. Güzel, renkli karton kapağı ve bembeyaz güzel kağıdıyla sizi baştan çıkarmaması imkansız.
Ama içeriği baskı kalitesinden de önemli bence. Mahmud Asrar’ın “Vaşak” hikayesiyle açılıyor Çapa. “Erzurum, 1989” kutusuyla açılan, çizgiroman estetiğinin sinemaya, sinema estetiğinin çizgiromana kazandırdıkları üstüne, kurgu üstüne düşündürecek kadar iyi tasarlanmış bir yapıdaki öykü, DC ya da Marvel’dan okuduklarımızın Türkiye’de de, üstelik Türkiye hammadesiyle üretilebileceğine harikulade bir örnek.
Daha sonra Murat Başol’un “Pamuk Prenses ve –buraya dikkat- Yedi Ninjalar” öyküsü geliyor. Yedi Ninjalar’ın yedisi de bizden, her birini çevrenizde görmüşsünüzdür eminim. M. Başol’un hikayenin ortasında yeralan samimi itirafı ve çizgisindeki ani değişiklik bu koca cildin nasıl ortaya çıktığını hatırlatıyor okuyucuya: “Yıl 1999. Bu öykünün bundan sonrası deprem yüzünden çizilemedi. “Kopuş” devam etti ama asıl kopuş öyküde oldu. Seneler sonra sonu bile hatırlamadığım bu öyküyü… bitirmem… rica edildi. Zaten tutarsız bir stilde giden çizgim bu sayfayla birlikte ne olur bilemeyeceğim. Bu bir fanzin, istediğimi çizerim. Ama böyle bir zaman aralığını okuyucunun bilmesi gerekir diye düşünüyorum… Öyle ya da böyle bu öyküyü bitirmek bende, beynimde kapanmamış bir dosyanın kapatma duygusu sağladı. İşlem tamam ohh…”
Koca cildin hikâyesine geldi sıra: Çapa Çizgiroman Grubu 1996 yılında Ankara’da, çoğu Eskişehir Anadolu Üniversitesi çizgi film – animasyon bölümü öğrencilerinden oluşan bir grup yetenekli ama kendisini amatör saymayı tercih eden çizer tarafından kuruldu. Gençler tüm bu yıllar içinde ürettiler, ürettiklerini fotokopilerle kendileri çoğaltıp, katladılar, zımbaladılar, dağıttılar ve tüm bunları emeklerinin karşılığını alamayacaklarını bilerek yaptılar. “Kopuş” ve “Çapa Çizgiroman Grubu Sunar” adlı fanzin dergilerini bazen 50 – 100 bazen de 200 adet bastılar topu topu. Gerek Çapa’nın ilk sayfalarında, gerekse tanıtım yazılarında kendilerini bu yüzden “çok zeki değillerdir ama hepten hepten eblek de sayılmazlar, kafalarına estiğinde çizgiroman üretir ve gizli saklı yerlere bırakır kaçarlar…” diye tanımlıyorlar. Grup yıllar içinde gelişti, büyüdü. Üyelerinin kostümlü, maskeli fantastik kahramanlara duyduğu hayranlık onları aynı tarzda öyküler yaratmaya itti. Ve sonunda grup üyelerinden ikisi Mahmud Asrar ve Yıldıray Çınar, yıllardır izledikleri ünlü ustalarla birlikte, aynı büyük yayıncılar için çizmeye başladılar. Halen M. Asrar Dynamo5 ve Y. Çınar Noble Causes adlı serileri Image Comics için üretiyorlar. Fanzin üretmeye olan tutkuları ise hala devam ediyor.
Çapa cildini anlatıyorduk, devam etmekte fayda var. Bir diğer genç usta, Arka Bahçe’nin şahane Karabasan ciltlerinden de tanıdığınız Hakan Tacal’ın uzun öyküsü “Uzay Vampirleri”ni okumayı en sona bıraktım ben, hani kahvaltı tabağında bir parça sucuğu hep en sona bırakır yemeye bırakırsınız ya, öyle işte.
Sonra gene Mahmud Asrar’ın beni koltuktan düşüren “İpek” kısa öyküleri geliyor. İpek kızımız Ninja tarzı kostümlü bir kahraman. Düşmanları karşısına nedense hep kadınlara seslenen o saçma sapan deterjanlı, çamaşır sulu, hijyenik ped’li senaryolarda çıkıyor. “Aaa Hülya Hanım!” ya da “Ayşe Teyze… inanmıyorum yani!” ve “ Bikerem versem?”li balonlar arasında kafalar mecburen uçuyor ve Asrar bu enternasyonal formattaki kitch reklam konseptiyle tabiri caizse maytap geçiyor (derdi büyükbabam).
Sonra gene Hakan Tacal “Afrodit”, Mahmud Asrar “Melek” ve sürpriz: Yıldıray Çınar “Karabasan”la ciltte yerlerini alıyorlar. Zeynep Özatalay, Melike Acar, Sedef Özge, Cem Dayıoğlu, İlker Gazioğlu, Celor, Deniz Dayıoğlu, Mert Ozan Uslu, Ozan Küçükusta da irili ufaklı öykülerle izledikten sonra Çapa’nın öyküsünün detaylarını ve kahramanlarını merak edenler için kısa ama detaylı bir özet, yayınlanmış fanzinlerden bazılarının kapakları ve birkaç illüstrasyonla 400 sayfalık macera son buluyor.
Bu durumda Sayın Arka Bahçe yetkililerine bu satırlardan adınıza seslenmeyi bir borç biliyorum: Bu boyutta bir keyfi bize bir daha ne zaman yaşatacaksınız acaba? Mesela gelecek ay bir Çapa daha çıkacaksa ben kendiminkini ayırtacağım da onun için…
(Bu yazım Vatan Kitap Dergisi'nin 15 Mart tarihli sayısında yayınlandı.)
29 Nisan 2008 Salı
Hiç bitmesin dedirten koca cilt: Çapa!
Manga, Şeker Kız Candy’den ibaret değil miymiş?..
Özdeşleştirememek demişken, olmayacak peynirleri Alp Dede gibi havalı hareketlerle kestikten sonra şişlere takıp, anneannemin çini sobasında kızartma denemelerimizi hatırlıyorum. Denemediğimiz kalmış mıydı sanki?
Okumayı annemin Tommiks-Teksas’larından, Tarzan’dan, Red Kit ya da Tenten maceralarından, Savaş, Korku gibi dergilerden öğrenmiştim çevremdeki birçok arkadaşım gibi. Tüm harçlığımı çizgi romana yatırırdım. Yazları kış boyunca aldığım çizgi roman dergilerini dayımın dükkânının önüne süslü bir tezgâh kurup satar, yenileri için sermaye yapardım. Sonra ortaokul yaşlarımda Fransız çizgiromancıların tümü girdi hayatıma, diğer İtalyan çizgi roman ağır abileri ve en sonunda da modern Amerikan çizgi romanları Türkiye’ye birer birer gelince benim diğer kötü alışkanlıklara ayıracak param kalmaz oldu. Şimdi geriye bakınca tüm çocukluk ve gençliğimin edebiyatla olduğu kadar çizgiromanla da çevrili olduğunu görüyorum.
Peki o zaman, çizgiroman ve hele de Japon yapımı çizgi filmler çocukluğumda bu denli çok yer etmişken adını çok sonra duyduğum manga’ya hiçbir zaman ilgi duymamış olmam nasıl açıklanabilir? Kırkına dayadığı merdiven bile eskimiş bu adam çizgi romana hâlâ dünya para harcarken, iki yılda bir marangozlar çağrılıp evdeki boş duvarlar yeni kitaplıklara bir bir yenik düşürülürken manga’ya olan bu kayıtsızlığımın ne gibi bir açıklaması olabilir? Acaba Japon çizgisini o zamanlar yalnızca televizyonda görmüş olmamız, sonraları televizyonun gözümüzden düşmesiyle birlikte mangayı da o göz ardı edilebilecekler arasına koymamıza mı neden oldu? Yoksa o zamanların manga çizgi dizilerini kızların daha çok sevmesi miydi uzak durmamın gerçek nedeni? Yoksa bu büyük bir hata mıydı? İnternet’te küçük bir gezinti “vataşiva, vataşiva, vataşiva keeeendiiiii” sözlerinin o kadar yıl sonra nasıl da hâlâ anımsandığını, bu çizgi dizilerin nasıl da önemli kültler haline geldiğini gösteriyor oysa.
İşte tam da bunları düşünürken (!) radyoda duyduğum bir anonstan, sorularımı yanıtlamam için bir fırsat doğduğunu öğreniverdim. Küçük bir dikdörtgen kutu içinde beni direksiyon başında sırttan görüyorsunuz, önümde camda yağmur damlaları, silecekler çalışıyor, radyodan gelen metalik sözcükler üstte zigzaglı bir balonda okunuyor: “Yapı Kredi Yayınları’nın Sanat Dünyamız Dergisi, kış sayısını Manga’ya ayırdı”. Hemen onun altında benim yuvarlak ya da oval küçük konuşma balonumun içinde büyük, kalın puntolarla bir: “???”
Sanat Dünyamız’ın şubat sayısını bulmak için çektiğim zorluklardan bahsetmeyi gerekli bulmuyorum. Ama on kadar büyükçe gazete bayisi ve önemli bir kitapçı zincirinin bazı şubeleri beni deliler listelerine almışlardır sanıyorum.
Ama dergiyi elime aldığımda bu çok özel dosyaya ayrılmış 136 büyük boy sayfada manga ile ilgili temel sorularımın cevaplarını bulabileceğime hemen ikna oldum.
Dosyanın editörü Burak Aydın’ın Manga: Çizgiroman meraklıları için bir giriş başlıklı yazısı manga konusundaki flu fikirlerin netleşmesini sağlayan birçok bilgiyi yerli yerine oturtuyor her şeyden önce. Sonra daha derine dalmak isteyenler için Manga tarihi ve Manga sözlüğü ile sürüyor dosya. Gon’dan Gen’e Türkiye’de Manga, Manga Türleri ve buna bağlı olarak Kızlar için Manga ve AmeriManga yazıları, Manga ve Animelerdeki rekabet, Fransız çizgiromanında Manga etkisine bir örnek yazıları farklı tarzlar ve Türkiye’de bunabilenler ve bulunmayanlar arasında renkli bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Dosya yazarlarından bazılarının buluştuğu 19 sayfalık Manga ve Anime üzerine bir tartışma, Burak Aydın’ın Şahsi manga tanıtımları yazısı ve önemli manga ustalarıyla söyleşiler dosyayı tamamlıyor.
Benim okurken en fazla keyif aldığım yazılardan biri İnternet’te Bir Japon Haline Gelmek adlı eğitici bir diğer çalışmasını ve bazı fantastik hikâyelerini de bulabildiğim Laura Luchau’nun Hayatla ilgili her şeyi animelerden öğrendim başlıklı yazısı oldu. Çizgi roman tutkunlarının dünyasına, daha doğrusu dünyayı algılama yöntemlerine mizahi bir gözle bakan, 90’lı yılların sonunda California San Diego Üniversitesi’nde Cal-Animage kulübü üyeleri için yayınlanan Nannichuan bülteninde yer alan bu yazı, İnternet marifetiyle kısa zamanda tüm dünyada okundu. Ve “1. Savaş berbat bir şeydir.” maddesiyle başlayan ilk elli orijinal maddeye her yeni okumada yeni maddeler eklendi. Yazının başlığında büyük harflerle yazılmış:” Bu metni ciddiye almayınız!!!!” uyarısını göz ardı ederek hızla içine düştüğümüz sayfalardaki maddelerden birkaçını burada aktarmasak olmaz şimdi:
7. En iyi takımlar beş kişiden oluşur. (bu satırları yazanın sorusu: Bu futbol için de geçerli mi?)
8. Uzayda her şeyi ve herkesi duyabilirsin. (gene yazarın sorusu: Mustafa Abi?)
10. Çin’e gittiğinde rehberinden uzaklaşma, aniden lanetli bir göle düşebilirsin. (yazarın notu: 18 yıl profesyonel rehberlik yaptım aynı şeyi Sultanahmet’te de söyledim.)
14. Öğretmenler ufacık cisimlerle istedikleri her noktayı vurabilirler. (yazarın sorusu: Buna şahit olmayanınız var mı? Doğru işte…)
23. Misafirlikte yediğin yemek kötüyse en yakın saksının dibine göm (gizlice tabii ki ^_^) (yazarın notu: Pes!)
28. Ne kadar çok ve kabarık saçın varsa o kadar iyidir. (yazarın notu: Ben bunu Türk Pop ya da Türkiye televizyonları düsturu sanıyordum. Meğerse Japon şeyiymiş.)
Çizgiroman tutkunlarının “Televizyonda Süpermen izledi, sonra kendini balkondan boşluğa bıraktı!” açıklamasına ve buna bağlı olarak gelişen “Süpermen ve benzerleri yasaklanmalı! Çocuklarımız kötü etkileniyor!” hezeyanlarına karşı verdikleri tepkinin bu mizahi yansıması, kötünün iyinin yerine geçtiği günümüzün vahşi ve küresel liberalizmi ve yükselişteki kabalaşmaya karşın doğru iletişim kanalını bulmuş oluyor böylece.
Sanat Dünyamız dergisinin Manga dosyasından öğrendiklerimi tabii ki bu kısa yazıya sığdıramayacağım, ayrıca dergimi de kimseye ödünç vermem, ama artık Manga’yı göz ardı etmemem gerektiğini iyi biliyorum (ve ayrıca ondan korkmuyorum!).
Olurlarla olmazları birbirine karıştırmak üzerine...
Tatlı meyvelerin yemeklerin dengesini değiştirmesi gibi bir de denge sağlayan ekşiler var. Bir ihtimal limonun altın meyvelerden ve nadirattan sayıldığı bir coğrafyadan ve bir zamanlardan kalma damak alışkanlıklarıyla, koruk ya da nar gibi ekşi ihtiyacını karşılamak üzere kullanılan bir meyva olmuş yeşil erik. Bugün ise bir çokları için şaşırtıcı bir malzeme.
(İlk paragrafa flashback: Sahi, 16. yüzyıldan önce örneğin domates, patates, fasulye, mısır vs. yerine neler neler kullanılıyordu acaba? Tütün ise olmasa da olurmuş aslında.)
Sefarad mutfağından erikli balık (özellikle gittikçe ticari değeri azalan gelincik balığı), erikli bamya, erikli enginar, erikli türlü, erikli kabak, erikli kabak kabuğu (!) ya da sahanda erikli yumurta örneklerini hatırlatmak isterim. Can eriklerin o ilk çıkan küçücük olanlarıyla yapılır(dı). Artık yiyen az bulunduğu için bu yemekleri yapan da az bulunuyor, ancak kendine yapıp yiyor aile büyükleri.
Gecen hafta dört dört buçuk kilo ufacık can eriği aldım, hala o kadar ekşisi kalmış mıdır bilmem. Yıkadıktan sonra büyük bir tencerede ancak aşacak kadar suyla bir saatten biraz fazla haşladım. Sonra Saadet'le ve sabırla bir yandan çelik tel süzgeçten suyunu ve artık ne geçebiliyorsa geçirdik, sonra da çekirdekleri ve kabukları erik püresinden ayırmak için Saadet elleriyle iyice sıktı kalan posayı. Dört buçuk kilo erikten küçük bir kase çekirdek ve kabuk, tam yirmi beş plastik bardak da şahane erik sosu çıkarmaya muvaffak olduğumuzda saat sabah karşı iki buçuk olmuştu. Ağzı kapalı bardaklar deepfreeze'de yatıyor şimdi.
Portakal demişken portakallı pilav geldi aklıma şimdi. Tanıdık ama kendini asla ele vermeyen bir tat geliyor pilavdan, ama portakal denene dek anlamıyorsunuz ne olduğunu (pilavın suyuna yalnızca yarım portakalın suyu ve ancak bir çay kaşığı kadar sıcak suda yıkanmış, süzülmüş portakal kabuğuyla, tereyağı ya da zeytinyağı, yalnızca tuz ve karabiber).
Bir de lezzeti o denli şaşırtıcı olmadığı halde gittikçe unutulan ve Karadeniz mutfağında de bir kaç benzer örneği bulunan, babaannemin tadı hala damağımda olan kurufasulyeli ıspanağının, barbunyalı ıspanak (ve bazen de baklalı pazı) olan kastilyan bir kuzeniyle, seneler önce Madrid'de tabağımda karşılaşmak beni ne şaşırtmış, ne sevindirmişti inanamazsınız. Orijinal tarifine uygun olarak ne ben yapmıştım ne de başka bir yerde yemiştim babaannemi kaybettikten sonra. Eloğlunun restoranındaki o akşam yemeği, küliner iz sürmeler ve küliner akrabalıklar üzerine daha kararlı eğilmemde çok etkili oldu.
O restoranın bir başka kastilyan spesiyalitesi olan tatlı kırmızı biber reçelini de sabah kahvaltısında domates reçelinizin yanında servis ederseniz konukların iyice uyanmalarını sağlarsınız herhalde. Hatta evde yapmaya henüz cesaret edemediğimiz ama tüm alengire meraklı modern bakkallarda satılmaya başlanan Yunanistan'dan ithal bir yeşil zeytin reçeli de var ki, vanilyası biraz fazla kaçmış diyorsanız, Vakıflar'ın yeni yeni yaptırdığı daha usturuplusunu da tattırabilirsiniz, işte o zaman tam olur.
O cumartesi Pera’da çocuklar gibi şendik…
O cumartesi sabahı, her yaştan genç ve güzel elli kadar hanım Galatasaray Lisesi’nin kapısında buluştuklarında, çevre sakinlerinin ve daha az sakinlerinin ilgisini mıknatıs gibi çektiler üzerlerine.
Kolay mı ya, çalışanların zaten haftada topu topu iki gün olan tatil günlerinden ilkinde, hele de havanın tahterevalli misali bir ısınıp bir soğuduğu günlerin en soğuklarından birinde, bıraksınlar yataklarını, şahane kahvaltılarını ve hafta sonu sabah sabah televole kuşaklarını, atsınlar kendilerini ayazda dışarıya. Elli dördü birden hem de. Ya deliydiler, ya da daha iyisi: “teroriz”, kesin…
Meydanda tekvando talimi yapanların rahatını bozdular, sohbetçiler birden sohbetlerini onların üzerine çevirdi. Henüz tenha olan caddede sürat denemesi yapan kamyonetler topluluğa yaklaşırken hızlarını azaltarak, ama kornalarıyla bu konuda düşündüklerini belirtmeyi de ihmal etmeden geçitlerini tamamladılar. Köşedeki mağazanın “Belki şunları kaçırırım…” diye aynı parçayı boyuna üst üste çalması da nafileydi, hanımlar kararlıydılar, yerlerinden ayrılmadılar.
Neyse ki az sonra ufak tefek bir genç kadının çevresinde toplandı da topluluk, işin rengi açığa çıktı. Notre Dame De Sion Lisesi Mezunları Derneği’nin bir araya getirdiği, bazıları eşlerini, çocuklarını, arkadaşlarını da kapıp gelmiş elli kadar hanım, Galatasaray’dan Tünel’e Pera turu yapmak için toplanmışlardı. Profesyonel Turist Rehberi, arkeolog Saadet Özen de aynı okulun mezunlarındandı ve amacı öğrencilere burs yaratmak olan derneğin bu gezisinde rehberlik yapmaya gönüllü olmuştu.
Sabahın o saatinde Cadde-i Kebir’e yolu düşenler rehberlerini uslu uslu dinleyen topluluğa merak sâikiyle yaklaşıp anlatılanlara kulak kabarttılar. Rehber hanım önce Beyoğlu’nun adının nereden geldiğini anlattı. Sonra Bizans’ın karşı yakası Pera’dan, limandan, Galata kulesinden, surlarından, Pera Bağları’ndan, o kilometreler boyu giden mezarlıklardan, Mevlevihane’den, Galata Sarayı Mekteb-i Sultânisi’nden bahsetti.
Yürürken gruba takılanlar, bekledikleri çıkmayınca herhalde, “Yabancı olm bunlar, gel boşver!” deyip birbirlerine, uzaklaştılar.
Sonrası, bu sayfalara sığdırılacak gibi değil: Champs-Elysées’nin; Cité Hazzopoulos, Palais de Crystal, Alhambra’nın; Bon Marché Karlmann, Cité de la Syrie’nin öykülerini, meşhur katillerin efsanelerini, Gina Lollobrigida’nın İstanbul seyahatini dinlediler. Ayhan Işık’ın, M.Butterfly hikayesinin gerçek kahramanının evlerini, Aliye Berger’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Sultan Abdülhamid’in terzisi Botter’in modaevini gördüler. Mimarlar D’Aronco, Fossati ve Vallaury’den dem vurdu rehberleri. Hanımların kimi Lebon pastanesinde geçen gençliğini anlattı, kimi mezuniyet balosu için devrin ünlü terzisi Mademoiselle Korin’in Fransız gipüründen diktiği tuvaleti ya da evden kaçıp gittikleri konseri. Rue des Petits-Champs’da yürüdüler. Hep vitrinlerine baktıkları dükkanların bu kez üst katlarına çevirdiler gözlerini. Günün ruhuna uygun olarak caddenin yaşayan en eski lokantası Rejans’ta Rus yemekleri yediler, lokantanın ortaklarından İzmir Dame de Sion Lisesi mezunu Zinnur Hanım’ın anılarını dinlediler. Okul arkadaşları Tülün Yalçın’ın yeni romanı ‘Osmanlı’da Bir İngiliz Gelin’, Can Yayınları’ndan iki gün önce çıkmıştı, Beyoğlu’ndan geçiyordu öyküsü, hemen alıp sıcak sıcak imzalattılar.
Akşamüstü Tünel’e dek gitmiş, Tepebaşı’na dönmüşlerdi. Olanca hızıyla değişmeye devam eden bir semtin geçmişinin üstündeki tozu elbirliğiyle üflemiş olmanın yorgunluğu vardı üzerlerinde.
“Gelecek gezide görüşürüz…” dediler birbirlerine. Geçirdikleri harikulade günü herkese anlatmak üzere, ayrıldılar. Günü yaşarken geçmişe kayıtsız kalmamanın neşesi kuş gibi içlerinde…
Mandabatmaz, anlaşılan o ki genel istek üzerine tekrar...
Bir gün ağır, vakur ve mesafeli bir şekilde servis yapan Mehmet Bey’le tanıştım. Adeta “Abi sen dur, zahmet etme, ben alırım,” deme isteği yaratıyordu insanda ama ak düşmüş saçları ve sakalıyla, daracık sokakta bir ileri, bir geri kayarcasına gidip geliyor, kimseyi bekletmeden onca masayı çekip çeviriyordu. İyi servisin değeri bilinmez de nedense, servis aksayınca, yavaş gidince hatta hiç gitmeyince, garsonlar mızmızlanıp söylenince hemen gözümüze çarpar. Bazı yerler de servisleri bir felaket olmasına karşın hep dolu olurlar, belki de müşterileri mazoşist tayfasındandır, ondan. Ama Mandabatmaz’da halinden memnun görünmeyen yoktu. Servis iyiydi, küçük dükkân Reşat Ekrem’in anlattığı alçak tabureli, küçük sehpalı kahve geleneğini sürdürüyor sayılırdı. İçerideki televizyonun sesi dışarıya taşmıyor, dışarıda insanlar alçak sesle keyifli sohbetler yürütüyor, ya da sıcaktan kaçmak için sığındıkları bu huzurlu aralıkta, gelen geçeni sessizce süzüyorlardı. Tek şikâyetleri bazı saatlerde tabure bulmanın imkânsızlığı olabilirdi ancak, ama onu da son zamanlarda yaptıkları bir takviyeyle şıpınişi çözmüştü yılların kahvesi.
Sonra ocakta tek başına çalışan Cemil Bey’le tanıştım. Ben fırıncılarla dönercilerin ateşten ne çektiğini bilirdim de, çaycıların da o sıcakta çalıştıkları hiç aklıma gelmemişti. Kan ter içinde, kıvamıyla meşhur Mandabatmaz kahvesini o yapıyordu yıllardır. Aşağıda okuyacağınız röportaj gölgede otuz, Mandabatmaz Kahvesi’nin çay ocağı başında elli derecede, ayakta yapıldı. Cemil Bey önce “Mehmet benden eski,” dedi “O anlatsın sana hepsini.” Ama dayanamayıp sohbete hemen katıldı ve ne dertliymiş ki, dakikalarca anlattı bir yandan da çaylar kahveler hazırlayıp, kasaya bakarken. Sohbetimiz boyunca yaptıkları işin kalitesiyle gurur duyan, orta yaşlı iki mütevazı delikanlıyla karşı karşıya olduğumu anladım. Ellili yaşlarında olmalıydılar, ama hâlâ şevkle çalışıyorlardı ve bunun mutluluğu onlara yetiyordu.
Sohbetimizin ancak küçük bir kısmını aşağıya alabildim. Tabii bu satırlara, Mehmet Bey’in bitmez tükenmez “Doktora bir kahve, iki çay yap, bir milyon al”larını katmadan.
Y - Bu aralığa ne zaman geldiniz?
M – Altmış dokuzdan beri buradayız.
Y - Hep Beyoğlu’nun eskisi gibi olmadığını söylerler, sizin müşterinizin çizgisi değişti mi?
M - Bizim sokak bozulmadı, zaten bizim burası hep esnaf yeriydi. Konfeksiyon, deri atölyeleri, ayakkabıcısı… Mağazalar vardı. Sonradan değişim oldu işte.
Y - Şimdi çevrenin tüm beyaz yakalıları buraya geliyor galiba. Eski esnaf, imalatçılar pek kalmadı galiba.
M - Kalmadı, şimdi gıda üzerine birkaç yer var. Ama artık öyle kravatı falan düşünüp temiz giyinen de yok artık.
C - İkimiz de eskiyiz burada. Beyoğlu’nu güzelleştireceğiz, güzelleşecek diyorlar. Neyini güzelleştirecekler? Beyoğlu eski yerinde duruyor mu abi? Aynı binalar duruyor. Bir kere içinde yetiştiğimiz gayrı müslimi kaçırdık. İyi esnaflardı, oturmasını, kalmasını bilirlerdi. Onlar gitti, Beyoğlu’nu bitirdiler. Akşamları şu köşede, caddede bir dur, her on dakikada bir, biri “Telefonumu çaldılar!” diye bağırıyor. Değil mi? O zaman öyle bir şey yoktu.
Y - Eskiden herkes içerideymiş, nasıl sığdırıyordunuz?
M - Burada değildik, hemen karşı binadaydık.
Y - Diğer kahveler sizinki kadar rağbet görmüyor, neden?
C - Buradaki ortamı İstanbul’da bulamazsın. Adam izinden geliyor, burayı özledim, evime uğramadan buraya geldim diyor. Kimse kimseyi rahatsız etmez.
M - Herkes rahat burada, adam sandalyesini alıp istediği gibi oturuyor.
C - Bizim demirbaş müşterimiz vardır, gelir otururlar. Bir şey söylerlerse onu veririz, söylemezlerse rahatsız etmeyiz. Belki maddi durumu iyi değildir. Bir çay içer iki saat oturur. İçer, sonra veririm, der gider. Çünkü biz esnaf olarak yetiştik.
Y - Çok genç yaşta gelmişsiniz buraya herhalde.
C - Kıbrıs çıkarmasına, askere buradan gittim. Ben geldiğimde burada berber vardı, terzi, işlemeci, eczane, şekerci vardı. Burası kuyumcuydu, sonra büfeye çevirdiler. Hepsi gayri müslimdi. İyi esnaf vardı. Bunlar bize lazımdı.
Y – Herkes yaptığınız çayı, kahveyi methediyor.
M – Tabii, o çay kahvenin şeyini yaşatıyor yani, bozmadan…
C – Sen şimdi burada çay iç, git bir de başka yerde iç. Ben Acem’lerin yanında yetiştim. Çay deyince Acem akla gelir. Çayın uzmanı Acem’dir. Ben köyden geldim, otuz beş seneden fazladır buradayım, hâlâ bocalıyorum, yapamıyorum. Sen nasıl yapacaksın? Yapamazsın işte… Piyasada yedi milyona da çay var, üç milyona da. Ben yedi milyona alıyorum, sen üçe. Ben aptal mıyım? Bazıları kısadan köşeyi dönüyor. Allah’a şükür, şu benim kahve dünyanın en kaliteli kahvesi, İstanbul’da isim yapmıştır, en düşük fiyata ben veriyorum. Bizde öyle bir hırs yok. Yani güzel çalışma hırsı var da, para hırsı yok bizde. Ben kahveyi üçe versem, valla gene içecekler. Bazıları diyor ki “Korkuyor musun?” Ne korkacağım. Bilmiyor muyum, adam iki buçuk-üçe kahve veriyor, kahve demeye şahit lazım.
Y – Bir de kahve falı moda oldu şimdi.
C – Bizim insanımız çabuk kanıyor. Saflığından, iyi niyetinden yararlanıyorlar. Televizyonda da çıkıyor, neler dönüyor.
M – Abi Tekel’in çayı bozulmadıktan sonra, bizim çay bozulmaz.
C – Bizim sahtekârlığımız yok. Çayı verdiklerim: “Neden bozuklukla uğraşıyorsunuz? Tedavülden kalkacak, ben vermeye utanıyorum” diyor. Lokantalarda porsiyonlar bile ufaldı, fiyatı bir ayarda tutsa, malzemesinden kısıyor. İşin içindeyim, hepsini bilirim ben. Dürüst esnaf kalmadı. Bana da fal teklifi geldi. Benim hakkım olmayan şeyi ben nasıl alayım, dedim. Emeğin olmayan bir şey. Ben burada ateşin karşısında çalışıyorum, hakkım diyorum. İçenin de yüzde doksanı teşekkür ediyor. Bu para helal olmasın da, hangi para helal olsun? İnsanlar dürüst olsun, her şey olur zaten. Beyoğlu düzelir de nasıl düzelir bilmiyorum. Bak elimdeki bardağa, insanların evindeki bardak böyle temiz değil. Benim malzemem bu işte. Bizde çalışma hırsı var.
Laf arasında onların da bir şikâyeti olduğunu öğrendim: servis yaptıkları aralığın yer döşemesi iyice harap haldeydi ve herhalde gözden kaçıyor olsa gerekti. Bir de o yerler düzeltilseydi daha da keyifli çalışacaklardı.
Uluslararası derbi karşılaşması ve “Neredesin Engin Tunç?”
80. kuruluş yıldönümü kutlamalarında en önemli etkinliklerin başında gelen Galatasaray maçları ve İstanbul’a gösterdikleri bu ayrıcalıklı ilgi bizim dikkatimizi de AEK kulübünün fırtınalı tarihine çekti ister istemez.
Bu noktada karşımıza kulübün temellerinin atıldığı Pera Club çıktı. Pera Club, bir futbol takımı olarak 1914’de Kalyoncukulluk mahallesinde Şark-ı Karip Bankası müdür yardımcısı Kosta Vasilyadis ve arkadaşları tarafından kurulmuştu. Sonraki yıllarda Rum burjuvazisinin parasal desteğiyle büyük bir gelişme kaydeden Pera Club, 1920’lerde en güçlü dönemini yaşadı ve İstanbul Pazar Ligi’nde diğer takımların korkulu rüyası oldu. Musevi Maccabi, Rum Elis ve Struglers, İtalyan Stella, Ermeni İttihat ve sonradan lige katılan Üsküdar takımı karşısında yüksek bir performans gösterdi. Pera’nın özellikle Union Club (bugünkü Fenerbahçe Stadı) ve Taksim Stadı’nda (bugünkü Taksim Gezisi) oynadığı maçlar büyük ilgi görüyordu. 1922 sonunda Osmanlı Devleti’ni temsilen Avrupa turnesine çıkan Pera Club dönemin spor teşkilatı olan İdman Cemiyetleri İttifakı’nın FİFA nezdinde yaptığı bir başvuru üzerine deyim yerindeyse aforoz edilmiş ve maç yapamaz hale gelmişti. O sırada mübadele gündeme gelince gurbette kalıp dağılmaktan başka çare bulamayan futbolcularının en gözde olanları önemli Fransız takımlarına transfer olmuş, kalanlar Union Sportif Hellenique kulübüne geçmiş, kulüp yöneticileri ise Türkiye’ye dönmemeyi tercih etmişlerdi.
1924 yılında Atina’da eski Pera Club’lü göçmenler tarafından kuruldu AEK. Kulüp adının açılımı ise: "Athletiki Enosis Konstantinoupolios", yani İstanbul Atletik Birliği. Daha sonra Venizelos hükümetinde bakanlık da yapacak olan gazeteci Kostas Spanoudis kulübün ilk başkanı olurken, Nikos Elepoulos ikinci başkan, Tagaris, Karotsieros, Yeremiadis, Dimopoulos ve daha sonra başkan olarak da göreceğimiz İonas ilk yönetim kurulu üyeleri oldular. Selanik’e göç eden Pera Club’lular ise PAOK’u yani “Podosferikos Athletikos Omilos Konstantinoupolios” ya da İstanbul Futbol ve Atletizm Birliği’ni kurarken, İstanbul’da kalan Pera Club üyelerine, Muzakis, Kanakis ve David Yafe’ye de Beyoğluspor’u oluşturmak kalacaktı. Beyoğluspor hikâyesini meraklı okurlarımız için başka bir yazıda sürdürmek ise boynumuzun borcu oldu artık.
AEK kulübünün simgesi olarak seçilen çift başlı Bizans kartalı ve Beyoğluspor’da olduğu gibi sarı-siyah seçilen kulüp renkleri ise, bugün de ısrarla vurgulandığı üzere, kulübün saha içindeki başarıları kadar kökenleriyle de gurur duyduğunun göstergeleriydi.
1929 yılında başbakan Venizelos Nea Filadelfia semtinde bir stadyumun inşa edilebilmesi için gerekli izni verdi. Nea Fialdelfia adı, semti Anadolu’nun eski Filadelfia’sından, bugünkü adıyla Manisa’nın Alaşehir’inden gelenlerin kurduğunu göstermesi açısından ilginç. Üç yıl sonra, 1931–1932 futbol sezonunda AEK Aris’i finalde 5–3 yenerek ilk lig şampiyonluğunu elde etti. Pera Club’de yıllarca top koşturan tecrübeli futbolcu Kostas Negrepontis kulübün ilk yıldızıydı. Uzun yıllar boyunca AEK formasını ıslattıktan sonra getirildiği teknik direktörlük görevini sürdürürken, takımının ‘38-‘39 ve ‘39-‘40 sezonlarında ilk kez üst üste şampiyon olmasını sağlayarak büyük bir başarıya imza attı. Ancak takımın gösterdiği bu harikulade yükseliş II. Dünya Savaşı yüzünden kesildi.
Savaş sonrasında dış transferlerle toparlanan AEK, seksen yıllık tarihinde ulusal düzeyde 27 başarı elde etti: 11 şampiyonluk, 13 Kupa şampiyonluğu, 2 kez Yunanistan Süper Kupası şampiyonluğu ve bir Lig Kupası. Uluslararası alanda en büyük başarısı ise 1976–77 sezonunda UEFA yarı finallerine kadar çıkması olmuş. Günümüzde kulüp resmi sponsorları arasında ΣΟΥΛΤΑΝΟΓΛΟΥ’nun, öyle yazılınca okuyamıyorsanız Soultanoglou National Transport, hatta daha da okunur şekliyle Sultanoğlu Nakliyat adlı Atina’lı bir firmanın olması ise kulüp destekçilerinin de köklerine bağlılıklarını göstermesi açısından ayrıca dikkate değer.
AEK’nın yakın tarihine, genç Başkan Demis “Temistoklis” Nikolaidis ve meşhur başkan yardımcısı Niko Kulis’in açıklamalarıyla ilginç yaşamöykülerine nasıl olsa kolayca ulaşabileceğinizi düşündüğümüzden biz mikrofonumuzu daha az tanınmış bir kulüp çalışanına, ellili yaşlarının baharını süren, Beyoğlu doğumlu malzemeci Kostas “Koço” Karidopulos’a çevirmeyi tercih ettik:
“Hamalbaşı Sokak’ta doğmuşum, sonra büyüyünce Cihangir’e, Sormagir Sokağa geçtik ailece. İstanbul’da bir aşkım vardı onun için askere ufak gittim. 17 yaşında gönüllü olarak askere yazıldım, İskenderun’da iki sene bahriye olarak yaptım askerliğimi. İstanbul’da Beyoğluspor’da oynamıştım, sonra Kurtuluş’ta da koşuyorduk. Asıl işim ise çinicilikti. Amerika’daki amcamın yanına gidecektim bir ara, ama kısmet Atina’yaymış, buraya geldim. Sonra arkadaşlarım da geldi. Tekrar dönecektim İstanbul’a ama burada bir kıza aşık olunca kalıp evlendim, iki çocuğum oldu. Otuz dört yıldır buradayım, bu takımda da beni sevdiler, mecburen kaldım, malzemecilik yapıyorum.
— AEK adındaki İstanbul yüzünden tepki alıyor mu? Size burada “Türk” diyorlar mı örneğin?
— İstanbul’da insanlar nasıl memleketlerini anarsa, burada da öyle. Dedelerimizden kalma bir şey bu. Kıskanıyorlar bile bizi burada İstanbullu olduğumuz için. Aynı takım Selanik’te de var, PAOK takımı. Biz böyle iki başlıyız, birimizi kestiniz mi, yeniden çıkar. Onun için bizi yenemiyor hiç kimse. Amblem de İstanbul amblemi, Patrikhane’de de bu amblem var. Eskiden burada bize Türk derlerdi ama şimdi alıştılar artık. Eşim Atinalı, Türkçe bilmez ama çocuklarım öğrendiler, onlar dört dil konuşur zaten.
— İstanbul’a geliyor musun hiç?
— Ölsem bile kalbim hep Türkiye’de kalacak. Maç için geldik ya geçen ay, otuz dört sene sonra ilk gelişimdi Türkiye’ye o. Ama gezemedim hiç, yağmur yağıyordu. İşimiz de çoktu, takımın çamaşırları falan, Yeşilköy’e gidebildim yalnızca. Ama şimdi bir fırsatını bulup geleceğim.
— Eski arkadaşlarınla haberleşebiliyor musun peki?
— İstanbullu arkadaşlarımın çoğu burada zaten, görüşüyoruz. Bir arkadaşım vardı: Engin Tunç, kan kardeşim. Amerika’ya gitti, onu çok özledim. Çok görmek isterdim onu, Cihangir’de beraber büyüdük. Telefonunu kaybettim şimdi, onu bulmak istiyorum. Bu Kıbrıs meselesinden sonra ayrı düştük. O Amerika’da, ben Atina’da. Çok özledim o çocuğu. Gazetelere yazın bunu, seni arıyor deyin, Amerika’da mısın, değil misin?
— AEK’nın 80. yıl kutlamaları içinde en önemli faaliyetlerden biri Galatasaray’la yaptığı maçlar gibi gözüküyor.
— Evet. Bir de geçen hafta Olympiakos’la oynadık bu statta, bu da ikinci maçımız. Hükümet yeni tahsis etti bu stadı bize. Daha saha hazır değil yani aslında, kusura bakmayın.
— Son olarak ne söylemek istersin?
—Yarın bayram, bayramımız mübarek olsun. Biz hepimiz kardeşiz. Büyük kafalar böyle demiyor ama sanatkârların, zanaatkârların, ufak insanların içinde düşmanlık olmaz, Türkiye’ye çok selamlarımı söyleyin.”
Gözleri dolan Kosta’ya telefonlarımızı verdik, onu adresini almayı da ihmal etmedik. Beki devre arasında, belki de sezon sonunda gelecekmiş. Biz de onu gezdireceğiz; Hamalbaşı senin, İstiklal, Sormagir benim, eskiyi yâd edeceğiz. Hele kolumuza kan kardeşimiz Engin Tunç da girerse, değmeyin keyfimize…
Beck's Big Band kalmadı, futbol verelim...
13 Nisan 2004 Salı akşamı Beck’s Big Band, Babylon’da bir konser verdi. 2002 yılında ünlü ve tecrübeli trombonist, piyanist ve basist şef Aycan Teztel tarafından kurulan BBB, Türk cazı milli takımı havasında, ülkemizin en önemli solistlerini buluşturuyordu ve daha önce flaş konukların da katıldığı konserlerle müzikseverlerin gönlünü fethetmişti. Herkesin bireysel olarak öne çıkmaya çalıştığı müzik piyasasında, bu kadar büyük ve bağımsız tek grup olma özelliğini taşıyor BBB bugün, TRT Caz Orkestrası’nı kategori dışı bırakırsak tabii.
İlk kez izleme fırsatını bulacağım topluluğu, DJ’in son derece sakin giden cool caz setine kulak kabartarak bekledik. Caz ağırlıklı bir program yaparlar herhalde derken BBB, John Berry’nin son derece funky, zımba gibi Beverly Hills Bigfoot parçasıyla açtı konserini. Eylem Pelit’in sağlam bas yürüyüşü, tüm konserlere klasik müzik müzik konseri tavrıyla yaklaşmayı alışkanlık haline getirmiş dinleyicileri, daha ilk parçada ısıtmayı başardı. Sonra bir Michel Camilo, bir Matt Harris parçası, Keith Jarret’in The Raven Speaks’i derken, konserin ilk bölümü Chick Corea’nın, davulcu Volkan Öktem’in kusursuz partisyon takibi ve Şenova Ülker’in trompetiyle büyüyen Spain’iyle ve tabii doğal olarak alkışlarla sona erdi.
Arada konuşma fırsatını bulduğum şef Aycan Teztel, daha çok yakın arkadaşları ve öğrencilerinden oluşturduğu grubun, big band keyfini sürdürmek için çaldığını, repertuarını da seyircinin kulağına rahat oturan keyifli parçalardan seçtiğini anlattı bana. Doğaçlamaları dahi sınırlı tutmaya gayret ediyorlardı. Grup yirmi yedi kişiye kadar çıkıyordu bazı konserlerde, ama Babylon’un sahnesine o akşam ancak on yedi üye sığışabilmişlerdi. Bazıları ilk, bazıları ikinci kez çalıyordu grupla.
Konserin “Film Müzikleri” başlığına uygun olarak Star Wars ve Children of Sanchez’le başladı ikinci bölüm ve bir sürpriz: Chuck Mangione’nin meşhur parçasının adını bilenlere, grubun menajerliğini de üstlenen Müzikal Yapım’ın bu devirde büyük cesaret göstererek piyasaya sürdüğü, Burak Demir’in “Dreamin’ İstanbul” albümü armağan edildi şef Aycan Teztel tarafından. Ayıptır söylemesi, bu albümlerden birini de ben kazandım, sabah uyanır uyanmaz dinledim, o akşam bir parçayı radyoda çaldım ve 2003 tarihli bu çalışmanın bu yaz tüm açıkhava mekânlarımızda sık sık çalınacağına kani oldum.
İki standart, As Time Goes By ve Pink Panther’dan sonra, gittikçe daha çok gruptan dinlediğimiz Taş Devri teması geldi. Ve şimdi sırada Muppet Show mu yoksa Aşk Gemisi mi var derken Aycan Teztel kötü bir haber verdi sahnede: Beck’le kontratları Mayıs sonunda bitiyordu ve yeni sponsor arayışına girmek zorunda kalacaklardı. Bu kadar büyük isimleri bir arada tutmanın zorluğu bir yana, beş kişiyi geçen grupların kulüplerde çalması da ekonomik olarak neredeyse imkânsız hale geldi bugün. O akşam sahnede ancak üçte ikisini gördüğümüz bu muhteşem topluluk İstanbul’a bir beden büyük müymüş gerçekten, bunu bu yaz anlayacağız. Bu haberden sonra Yahya Dai alto saksofonla doğaçlama bir intro yaptı, eyvah hüzün derken, sıradaki parçanın ilk ölçüsü bile, salondaki herkesin yüzünü güldürdü: Melih Kibar’ın Hababam Sınıfı teması. Her konserde aynı şey oluyor, en çok bildiğimiz, bizden parçaları duyunca basıyoruz alkışı. Yıllar yılı göz ardı ettiğimiz, çoktan tu kaka ilan edilmiş doğu temalarını, arabeski yeni şeyler keşfeder gibi, birkaç yıl önce onlara burun kıvırdığımızı unutarak, çocukça bir merakla dinleyip neşeleniyoruz. Gelenek bozulmadı, gecenin açık arayla en çok alkış alan parçası Hababam Sınıfı oldu.
Alkış alanları sayarken, Volkan Öktem’i de unutmamak gerek tabii, yaşasın davul!
Birkaç parça sonra grup üyelerinin Watermelon Man sırasında yapılan tanıtımıyla konser bitti. Ertesi sabah işe gitmek zorunda olduklarını hatırlayan ve ufak ufak hesap ödemeye başlayan dinleyiciler, bis istemeye ne yazık ki cesaret edemediler.
Beck’s Big Band bu isim altındaki son konserini, mayıs ayı sonunda gene Babylon’da verecek, kaçırmayın derim ben, ne olur ne olmaz.
Ketencoğlu, geleneksel müziğin çağdaş gezgini…
Onu ilk olarak belki yirmi yıl önce, Beyoğlu’nda Çiçekpasajı'nda bir mekânda dinlemiştim canlı olarak. Orada çaldığını bilmiyordum, bir köşede sakince yerini alıp alçak gönüllükle çalmaya başladığında “Muammer Ketencoğlu bu!” demiştik. Albümlerde akordeonunu dinlemiş, yaptığı derleme albümlerle dağarcığımızı zenginleştirmiştik. Bir iki yıl önce Babylon’daki bir Kumpanya Ketencoğlu konser öncesinde ortak tanıdıklar aracılığıyla tanıştık ve daha sonra her karşılaşmamızda yine alçakgönüllülüğü sayesinde derin müzik bilgisinden bir şeyler öğrendim.
Sabırsız olduğunu söylüyordu, ama sahneyi her zaman olanca dinginliğiyle dolduruyordu. Müziği gereksiz ayrıntılardan uzak, yalın ve saftı. Kendi gruplarıyla olduğu kadar, Türkiye’de ve dünyada geleneksel müzikle uğraşan birçok grupla da çalışıyor, sanki hiç yorulmuyordu.
— Kendine en yakın bulduğun müziğin, zaten halen yapmakta olduğun müzik olduğunu hep söylersin. Bizi yıllardır yaptığın albümlerle, Balkan ve Ege müziklerini sonra da zeybeği tanıştırdın. İmzanı taşıyan her albümde, öğrenmek isteyenler için çok şey vardı. Bundan sonra bize öğreteceğin müzik türü hangisi olacak?
“Kültürü bütün boyutlarıyla insana sunmak önemli. Eğiticilik, yalnızca eğitici olsun diye amaçlanmış bir şey değil. Bir albüm yapıyorsunuz, içine parçaların geçmişini, o müzik geleneğinin tarihine dair bilgileri koymazsanız o çerez olur ancak. Müzik üretmek, yani yeni bir albüm ortaya koymak, o albümde incelenen kültürlerle de tanışmanın bir boyutu bence. O yüzden buna çok dikkat ediyorum. Bir sayfaya sığıştırdıkları parça adlarıyla albüm çıkarmak bana uygun değil. Bu kültürel yaklaşımımı destekleyecek diğer bir çalışma da, “Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Türkî Cumhuriyetlerinden Halk Müziği, Halklardan Ezgiler” adlı dört albümlük bir dizi. On sene oluyor çıkalı. Yine 1995’te Klezmer Müziği’nin ilk kayıtlarından derlediğim bir albüm daha çıkardım. Müziğe, özellikle de geleneksel müziğe disiplinler arası yaklaşan bir insanım. Tabii ki hayatımın merkezinde en çok sevdiğim müzikler var. Ege, Balkan ve Kafkasya, Orta Asya gibi yakın coğrafyanın müziğiyle haşır neşirim. Ama dünyada üretilmiş tüm geleneksel müzikler benim ilgi alanıma giriyor ve o konuda yaptığım radyo programlarıyla ve bazen de politik konjonktürle bağıntılı olarak yazdığım yazılarla dünyanın her tarafından müziklerle haşır neşir oluyor. 11 Eylül olaylarından sonra Afganistan’ın adının sık sık duyar olduk örneğin, tabii çok da iyi bir imaj çizilmedi Afganistan’ın gerek bugünkü gerekse kültürel portresine dair. Çok geri kalmış, çok vahşi bir portre çizildi. Ben de o günlerde buna kendimce bir yanıt olsun diye, “Dağlar Yurdu Afganistan’ın müziğine giriş” diye bir yazı yayınladım “Eski” dergisinde.
"Şu anda olanlardan dinleyicileri haberdar etmek gerekirse eğer, bir Kıbrıs türküsü kaydettim, tek bir şarkı. Kıbrıs’ta ve İngiltere’de basılacak bir derleme CD için. Rum ve Türk müzisyenlere bir araya gelip gerek eski şarkılarından gerekse yeni kaydettikleri eserlerden birer parça vererek bir double albüm yapmaya karar vermişler. Bana ulaştıklarında, eski bir şarkıyı vermektense, benim çok sevdiğim Mağusa Limanı adında bir Kıbrıs türküsü vardı. Onu kaydettik her biri birbirinden değerli arkadaşlarla. Bunu İngiltere ve Kıbrıs’ta bir iki ay içinde çıkacak CD’de yayınlayacağız, fakat Türkiye’de de o şarkıyı dinleyiciye ulaştırmanın bir yolunu arıyorum; herhalde bulacağım da.
"Önümüzdeki projem ise İzmir eksenli bir çalışma olacak. İzmir’deki müzik geleneği kültürler arası, disiplinler arası bir yaklaşımla incelemeye çalışarak, Türkçe, Rumca ve Sefarad şarkılarından oluşan bir İzmir portresi oluşturmaya çalışacağım. Tabii temel aldığım zaman 1922 öncesi. İzmir’deki nüfus hareketlerinin doğrudan, ciddi bir zarar görmediği zamanlar... Türkçe zeybeklere zaten yıllardan beri hâkimiz, rebetiko ve İzmir şarkıları bizim gene son derece önemsediğimiz bir konu. Sefarad türküleri konusunda bir çalışma yürütüyorum. Belki İzzet Bey’le görüşeceğim zaten (İzzet Bana – Los Paşaros Sefaradis). Jak’tan da yardım alıyorum (Jak Esim). Jak çok yardımsever davrandı, hatta İzmir’de kendi kaydettiği ya da başka insanların kaydettiği ona ulaşmış tamamen İzmir’e ait makamsal şarkıların kayıtlarının verdi bana. Etno-müzikolog İzak Levi’nin İzmir’den derlediği türkülerin notalarını aldım doğrudan. Bu konuda İzmir’de bazı kurumlarla görüşme aşamasındayım, her halükarda 2005 yılında bu albümün dinleyiciyle buluşacağını düşünüyorum. Bu İzmir için yapılmış ilk çalışma. İstanbul şarkıları başlıklı onlarca albüm bulabilirsiniz ama İzmir için bu yapılmamış. İronik bir durum da İzmir için Yunanistan’da en az yirmi beş otuz tane CD bulabiliyor olmamız. Bunu benim yaklaştığım boyutuyla yapan kimse zaten olmamış, ama halk müziği açısından değerlendirip, herhangi bir boyutuyla bir albüm yapan da olmamış. İlk olmak hem zor, hem de güzel.
"Benim bir sonrasında ne yapacağımı düşünmek gibi bir huyum yok. Şimdi önümdeki işe bakmak istiyorum. Müzikal açıdan her türlü farklı renge, farklı sese açık olmaya çalıştım hep. Başka müzisyen arkadaşlara destek vermeye çalıştım. Yansımalar grubu olsun, geçen hafta yeni bir albümü çıkan İnce Saz grubu olsun, zaten belli bir müzisyen çevresi, belli bir müzikal yaklaşımı temsil eden arkadaşlar, sürekli olabildiğince haşır neşir olup, deneyimlerimizi karşılıklı olarak birbirimize aktarmaya çalışıyoruz hep.”
— Ya akordeon? Enstrümanlarını nasıl seçiyorsun? Onlar mı gelip seni buluyorlar yoksa sen mi onların peşinden koşmak zorunda kalıyorsun? Akordeonlarının birer hikâyesi var mı?
“Akordeon tarihi kısa olmasına karşın, dünyanın her köşesine çok farklı türleriyle, zengin bir tipoloji çeşitliliğiyle yayılmış ender sazlardan biri. Biraz da klarnet için bunu söyleyebiliriz belki de, her geleneksel müzik kendine adapte etmiş onu da. 1830’larda ortaya çıkan akordeon gemiciler ve çingenelerin taşıyıcı etkisiyle kısa zamanda dünyaya yayılmış. Madagaskar’dan, Kafkasya, Çin’e, Brezilya, Kolombiya’ya kur,tular ve Avustralya dışından her yere gitmiş. Her toplum kendi müzikal geleneğini hesaba katıp akordeonda değişiklikler yapmış. Büyüklü, küçüklü, klavyeli ya da daktilo klavyesini andıran butonlu tiplerine, nefesinizi alıp verirken farklı ses veren mızıkanın mantığının esas alan, körüğü itip çekerken faklı ses veren diatonik dediğimiz akordeonlar yapılmış önce. Bunlardan bir müze kurmağa kalksanız, en az yüz, yüz elli çeşit akordeon bulabilirsiniz. Yalnız İtalya’nın farklı bölgelerinde sekiz on çeşit akordeon var.
"Benim ilk akordeonum halk evlerinden kalmadır. Dayımın müzisyenliğinden hep bahsederim. Çok önemli bir müzisyendi. İzmir Tire’de… Alaturka trompet çalardı. Ergün Şenlendirici’yi tanımadan, hep dayımdan duyardım ben alaturka trompeti. 1951’de alelacele kapatıldığında halkevleri, herkes yağmalamış bir nevi… Kimisi masa sandalyeleri, kimisi çalgıları kapmış götürmüş evine. İlk akordeonum alınma tarihinden yirmi iki, yirmi üç sene sonra 1973’te bana ulaştı, dayım tarafından bana verildi. Kendi kendime tütün tarlalarında falan çalardım. İkincisi de, üniversite yıllarında okuduğum psikoloji bölümüne devam etmenin artık çok da anlamlı olmadığını düşünmeye başladığım zamanlarda müzikal açıda da akordeonu yeniden keşfettim, çünkü o günlerde tüm dünyadan geleneksel müziklerde yaptığım araştırmalarda gördüm ki, akordeon dünyanın her tarafına gitmiş. İyi bir akordeoncu olduğunuz zaman dünyanın her tarafından türlü türlü stillerde türküleri çalabilirsiniz. 1989 yılında aldım ikinci akordeonumu: Hohner, çok sevdiğim bir akordeondu. Tabii maddi güçlük içindeydim o günlerde ve akşamları değişik mekânlarda çalıyordum. Yeni bir anlaşma yaptığım gün tesadüfen Tünel’den 900.000 liraya aldığımı hatırlıyorum. Ondan sonra uzun süre o akordeonu çaldım. Geçen seneye kadar… Geçen sene onu yeni aldığım bir akordeonla değiştim. 1998’de de şu anda elimdeki üçüncü akordeonu aldım. Hohner artık ihtiyaçlarımı karşılamamaya başlamıştı, çünkü Balkan müziği çaldığınız zaman o renkleri, o müziği gösteren çok güzel akordeonlar var tabii… Bulgaristan’da, Makedonya’da kullanılan akordeonlardan bir tane edinme düşüncesi oluştu. O günlerde Bulgaristan’a gidip geliyordum. Çok yakın bir dostum vasıtasıyla bir akordeon hocasında çok iyi bir akordeon olduğunu duydum. Gidip gördüm akordeonu, “Tamam, dedim. Beklet bunu arkadaş, iki ay sonra gelip alacağım.”. Sonra yoğun bir operasyon gerçekleşti Berlin’de; benim çok sevdiğim bir dostumun organizasyonunda altı günde yedi konser verdim akordeonun parasının çıkarabilmek için. Gittim Bulgaristan’a, akordeonu sırtlandım, trene atlayıp döndüm. Cebimde ancak Sirkeci’den eve gelecek tren parası kalmıştı. Bir de geçe sene Yugoslavya’dan gelen bir akordeoncunun paraya ihtiyaç duyduğu için elden çıkardığı, hem batı hem de Balkan müzikleri renklerinin olduğu özel bir model. Şimdi iki akordeonumdan biri de bu…”
—Bir akordeoncu için sahnede alet değiştirmek, örneğin bir gitarist ya da bir perküsyonist için olduğu gibi bir gereksinim değil midir? Bir enstrümandan bir çok ses elde edebiliyorsun, istediğin sesleri bulduğunda iş bitmiş oluyor mu?
“Hemen hemen. Konserde çok alakasız şeyler çalmayacaksan, örneğin Balkan müziğiyle, bir Fransız musette’ini çalmayacaksan arka arkaya bir akordeonla konserin tüm parçalarının performe edebilirim. Ama dediğim gibi akordeonlar çok değişik. Tatarlar kendilerine göre bir akordeon icat etmişler, pentatonik, beş sesli gamdan oluşuyor. Yani o akordeonla yalnızca Tatar müziği çalabilirsin, konserde üç Tatar parçası çalmak istiyorsan, o akordeonla çalmak ideal. Bir de tabii insanın çaldığı aleti çok sevmesi, ona bağlanması artık yazılacak bir şey değil, çok doğal çünkü. Akordeonun diğer çalgılara göre farklı bir özelliği var, o da pek çok çalgıya göre onunla daha çok muhatap olmanız. Daha çok yüzeyine dokunuyorsunuz çalgının, o da size daha çok dokunuyor. Bir çeşit sarılma, kucaklama diyebiliriz yani. Çoğu zaman, özel zamanlarda akordeona sarılmak sevgiliye sarılmak gibi bir şeydir. Seni anlar, seni avutur, senin duymak istediğini söyler sana. Sevgililer öyle değildir. Sevgiliden bile daha vefakârdır yani bu açıdan bakarsanız. Nefes alan bir çalgı yani, hem de evcil. Evcil çünkü tamamen sizin kontrolünüzde; nefes alan bir çalgı çünkü körüklü mekanizması seslerin havayla temas ederek çıkmasını sağlıyor ve sizin kontrolünüzde çok zengin nüanslar ortaya koyabiliyor.
"Geleneksel müzikte özellikle bilgisayar kaynaklı sesler deneniyor zaman zaman. Mutlak karşı değilim bu çok dengeli yapıldığı zaman, ama genellikle çok kitch ve çok alakasız oluyor. Akordeon sesini dijital olarak vermeye ne kadar çalışırsanız çalışın kas gücüyle çıkan o tınıyı yakalayamazsınız. Ben akustikçiyim genelde. Modern müzik yapan bir insan için keyboard ve çağdaş, elektronik sesler kaçınılmaz. Ama Neşet Ertaş’ın bir türküsünü icra ederken keyboard duymak istemiyorum yani. Modern müzik yaparken bu sesleri rahat rahat kullanabilirsin. Ama bugün geleneksel müziğe saygı göstererek bu müziği bugüne taşımak istiyorsan… Eninde sonuna şehirli insanlar olarak müziğe modern bir bakışla yaklaşmak zorundayız. Geleneğe çok saygı duyuyorum ben ama geleneği ben’leştiriyorum. Bugün yaşayan bir insan olarak benim sağduyumdan geçiyor müzik ve dinleyiciye o şekilde ulaşıyor.”
— On iki yıldır Beyoğlu’nda yaşıyorsun. Ama burada yaşamak, her türlü çekiciliğine karşın yine de zor. Seni Beyoğlu’na çekip, sonra da burada tutan nedir?
“Beylik olacak ama bence hem İstanbul’un hem Türkiye’nin kalbi Beyoğlu. Akordeon nasıl benim güzümle nefes alıyorsa ben de Beyoğlu’nun gücüyle nefes alıyorum. Sokağa çıkıp yürümek çok kolaya değil tabii burada. Tek başıma yürümeyi tercih etmiyorum. Mimari engeller çok fazla, kaldırımlar düzensiz. Pek çok fiziki engeller var tabii yürümeyi zorlaştıran. İnsani engeller de var, kalabalık gibi. Yine de iki gün çıkıp yürümezsem kendimi iyi hissetmiyorum. Pek çok tanışa rastlama ihtimali her yerden daha fazla burada. Kültür her boyutuyla, en avamından en özel yaklaşımlarına dek burada nefes alıyor. Ayrıca benim kendimi zenginleştirdiğim plak-CD koleksiyonlarının en zenginleri de burada. Dolaşıp yeni, daha doğrusu, yeni eski plaklar buluyorum. Sürekli sahafları dolaşıyorum. Bunu bir Ortaköy ya da Arnavutköy’de yaşadığınızda o kadar kolay yapamıyorsunuz. Kadıköy’de de sahaflar var oraya ayda bir, iki yada bir gidebiliyorum ben. Beyoğlu benim avcı ve toplayıcı kimliğimi ortaya koyabilmem, kendimi yaptığım işte kendimi geliştirmem için son derece zengin bir atmosfer. Ayrıca kişisel olarak da buranın havası, buranın insanları, burada dolaşmak; buradaki eskisi gibi yaşayan çok kültürlü bir hayattan o kadar bahsedemesek de, dünyanın her tarafından insanları bulabileceğiniz bugünün modern kozmopolit hayatının son derece renkli bir şekilde aktığı ve kendim hiçbir zaman uzak tutmak istemediğim bir mekan. 1995’ten beri de Beyoğlu’nda yaşıyorum.”
Kestik. Daha çok şey vardı anlatacağı, ama sayfalarımızın fiziki bir sınırı olduğunun bilinciyle, diğer soruları başka bir sohbete saklamayı tercih ettim.
(Bu yazım 2004 yılında artık ne yazık ki var olmayan Beyoğlu Gazetesi'nde yayınlandı)
Charlie Haden ve Carla Bley...
O manzaraya bıyık altından gülenler, bunun kendilerini de bekleyen kaçınılmaz kader olduğunu henüz bilmiyorlardı...
Hava bir yana, Charlie Haden ve The Liberation Music Orchestra’nın Carla Bley’le vereceği konser, Liberation Orchestra’yı tanımayanlar için zaten korkutucuydu. Haden ve Bley’in çok farklı gruplarla birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları çalışmalar, birçok kulak için fazlasıyla deneysel kaçabilirdi. Ama ’69 yılında kurulan Liberation Orchestra ’68 ruhuyla, muhalif ve devrimci tavrını çoğunlukla melodik bir yapı çevresinde sergilemeyi tercih etmişti. O kadar ki, bazı yorumcular(!) eserlerin ruhunu bir kenara koyup “dans müziğinin en güzel örnekleri” gibi derin(!) yorumlarda bulunabiliyordu. Vietnam Savaşı karşıtı, Che taraftarı, Latin Amerika’nın siyasi gelişimlerine duyarlı bir ses taşıyan topluluk, on yıllık sessizlikten sonra, anlaşılan ABD’nin yaklaşan seçimleri nedeniyle bir araya gelmişti ve yankı getirecek yeni işler hazırlığındaydı. Daha önceki kadrolarında çağdaş cazın en önemli solistlerini buluşturan orkestra, müzik gibi müzik yapıyordu ve mesajlarını almak isteyenler için de, mesajla hiç ilgilenmeyenler için de bu, festivalin en melodik konserlerinden biri olmaya adaydı.
İçeri adım atmamızla birlikte yağmur çiselemeye başladı. 7000 kişilik olduğu söylenen mekân, gene de dolu sayılırdı. Tuz değildik, erimezdik. Saatler 21.30’u gösterirken yağmur efendiliği bir kenara bırakıp, gemi azıya aldı; ilk kopuşlar o sırada yaşandı. Seyyar satıcılar ortadan kayboldu, sonra da bir iki çift, geride kalanların müstehzi bakışları altında, çekingen adımlarla yukarıya, çıkışa yöneldi. Sonra spotlar yandı ve grup alkışlar arasında sahne aldı. Charlie Haden’in mütevazı adam olduğu hakkında kanaatlere sahiptik, orkestra üyeleri de öyle olsa gerekti. Yerlerini aldılar, bardaktan boşanırcasına yağmur altında kendilerini alkışlayan izleyiciye selamlayarak çalmaya başladılar. Piyanistliği yanında orkestranın da şefliğini üstlenen Carla Bley, “Charlie’s Peace” adlı ilk parçanın sonunda isyan bayrağını çekti. Çalmaya başlamadan kuruladığı emektar Steinway gene sular içindeydi. İkinci parçanın ilk dakikası boyunca, F1 yarışlarının pit stop müdahelelerini anımsatan bir ekip, piyanoyu süratle ve başarıyla bir kaç metre geri aldı. Tam herşey çözüldü artık rahat rahat çalarlar derken, bu kez rüzgâr girdi devreye ve önce sırtı seyirciye (yer değiştirme sonucu artık orkestraya da) dönük çalan Bley’in notaları kendilerini havada uçarken buldular. Destek ekibi bu kez notaların peşine düştü. Asi notalar teker teker ele geçirilip ait oldukları yere, bazıları da daha güvende olacakları, piyano taburesinin yanıbaşına döndürüldüler.
Yağmur kâh yavaşlıyor, kâh hızlanıyordu. Artık belliydi ki seyircinin ıslanma sorunu geçici tedbirlerle çözülecek gibi değildi. Kapıdan son dakikalarda girenler, çiseleyen yağmurla uyanan satıcılardan aldıkları “laylon” yağmurluklarla idare ediyor, hayatları boyunca tedbirli olmalarıyla övünenler, şemsiyeleri altında dinliyordu sahneden yayılan harikulade müziği.
Onbeş dakika boyunca geçirdikleri dayanıklılık sınavını yeterli bulanlar “eyvallah!” dediler sonra. Hala yağmurluksuz ve şemsiyesiz oturmakta ısrar edenler de doğayla yaptıkları müthiş savaşa (!) yenik düşerek çıkışa seğirttiler. Tedbirli gelmeyip, gene de kalmak isteyenlerin yapabilecekleri iki şey vardı: yukarıya çıkıp konseri girişteki galeriden izlemek ya da sahnenin iki yanında, sahneyi örten çatının uzantılarının altında sahneyi hiç göremeden müziği dinlemek. Bu iki güvenli sığınakta artık, koltuklarında direnenlerle eşit sayıda seyirci vardı. Üstelik sayıları topu topu beş yüz kişi civarında olan bu inatçıların gitmeye hiç mi hiç niyetleri olmadığı aşikârdı.
Şemsiye tutan eller alkışlamakta zorlanıyor, ritim tutan ayaklar, su birikintilerinde “şap, şap” gibi akortsuz sesler çıkarıyordu ama seyircilerin keyfi yerindeydi. Artık bir bahar ayini havasına bürünen konser, şemsiyeleri altında mecburen oluşan iki kişilik localarında çevrelerinden kopan çiftlere unutulmaz dakikalar yaşatıyordu.
Gök gürlüyor, şimşeklere eşlik eden yıldırımlar, ortalığı gündüze çeviriyor, sahnedeki gruba seyircilerin hâl-i pür melâlini gösteriyordu. Gök gürlemeleri seyircilerle birlikte müzisyenleri de yerlerinden sıçratıyordu. Önceleri yalnız notalar havada uçuşurken, sonra davulcuyu orkestradan ayıran pleksiglas perdenin mikrofon sehpalarını peşinden sürükleyerek yıkılması da müziği durduramadı.
İki saate yaklaşan unutulmaz konser, sonunda Charlie Haden’ın notalarının da kendilerini rüzgâra teslim etmeleriyle kaçınılmaz sona yaklaştı. Notalarını ya da kendi deyimiyle “müziğini” toplamasına imkan olmayan Haden, bir blues parçası çalacaklarını ve herkesin sırayla solo alacağını söyledi. Kontrbasıyla açtığı doğaçlama parçanın ardından anons etti Haden: “Raining Cats and Dogs Blues!”. “Bardaktan Boşanırcasına Blues’du bu!”. Alkışlar ve kahkahalar arasında veda ettiler. Dinleyicileri artık hiç bir şey rahatsız edemezdi, bis istediler. Uzun süren alkışın sonunda Charlie Haden tek başına döndü sahneye ve seyircilerini ödüllendiren kısacık bir konuşma yaptı: “Keşke sizin gibi insanlardan dünyanın her yerinde daha çok olsaydı. Teşekkür ederim...” Ve gene alkışlar...
O büyülü geceden sonra, bilmiyorum yağmura da mı teşekkür etmek gerek... Ama İstanbul Caz Festivali’nin uzun yıllar unutulmayacak konserlerinden biri de bu olmuştur herhalde.
"Kara Duvaklı Erkekler" hareketi ve "Biz erkek değiliz!" sloganları üzerine...
Değişim dedin.
Asıl değişim şu son senelerde hiç hoşlanmadığımız yönde olan.
Bence bu adam gibi adamlar hep vardı ve galiba eskiden yani biz daha agu derken sesleri daha bile çok çıkarmış.
Galiba eskiden daha bile çoktular hatta ve sonra değişiverdiler.
Eskiden yazları kolsuz bluzlarla dolaşan, ailecek sevinç içinde denize giden genç kızlar şimdi tesettürlü ev kadınları olarak BELTAŞ'ın türlü üçkağıtlarla ele geçirdiği deniz kenarlarında, korularda, kasırlarda kabile halinde çay tüketiyorlar.
Böyle bir grup geçen gün Paşalimanı'nda arkamızdaki masaya oturdu da orada kulak misafiri olduk nerelerin denizlerini ne kadar iyi bildikleri (ama denize haşa artık giremediklerinden hayıflanmadılar sağolasıcalar),
gelecek hafta Yuşa Tepe'sinde çay içmek üzere buluşacaklarına. Bi tanesi öyle bir iç geçirdi ki Sedefadası'nın -herhalde- on onbeş sene önceki denizini anlatırken, "Yuh!" diye geçirdim içimden, Meg Ryan daha iyisini yapmamıştı o meşhur filmde.
Eskiden bira içilebilen bahçelerde artık bira içmek bir yana sevgiline sarılsan kovuluyorsun. Dükkan açacak paran ve cesaretin olsa, istisnalar dışında içki ruhsatı alamıyorsun. Ruhsat alsan dışarı masa atamıyorsun, dışarı masa atsan geceyarısından sonra müzik çalamıyorsun, çalsan haftada bir en dolu olman gereken akşamda gelip uyuşturucu araması yapıyorlar, müşterinin keyfinin içine ediyorlar...
Ben küçükken ya da gençken "Hayatta ağzıma içki koymadım" diyen sıpaya adam gözüyle bakılmazdı. Zaten o da ağız dolusu edemezdi bu kadar iddialı lakırdıyı. Şİmdi ise haftada bir iki akşam iki kadeh parlatmaktan keyif alan adam, bunu gizleme ihtiyacı duyuyor...
Kapalı mekanların hepsinde birden sigara içmek yasaklandı bile, onsekiz ay falan kaldı canlı müzik dinlerken sigara tellendirme keyfimizin bitmesine. Peki bu İspanya'da kapalı mekanlarda sigara içilmesini yasaklayan zihniyetle aynı zihniyetin bir icraatı mı sence? Yoksa bunun altında bu tarz yerlerin zaten gittikçe azalan müşterilerini birer birer yitirmesi sonucu, maddi sıkıntılar nedeniyle dükkanlarını BELTAŞ olmazsa, başka bir yeğen işletmesi olur ona devrettirme yollarından biri mi var? Ne zamandır yalnızca ve yalnızca cumartesi akşamı doluyor dükkanlar bunun farkında mıyız?
Türk dergilerinde ve televizyonlarında artık kadın göğsü dahi göremiyoruz, herhalde yakında saçını da göremeyeceğiz. Dolayısıyla az olan (!) tabularımıza, iki adet meme zaten eklenmişti senelerdir ve belki yirmibin adet saç teli daha eklenecek. Şimdi adama sen naif İtalyan kızının orasının burasının, evindeki eşininkinden farklı olmadığını ya da daha önemlisi daha az kıymetli olmadığını nasıl anlatacaksın?
İçki ve sigara reklamları, mayo reklamlarının sansürlenmesi ya da otosansürlenmesinden diyelim, önce yasaklanmıştı. Şimdi televizyonda kare kare birşeylerle sanat eserinin canına okuduklarının farkında olmadan
mesela Casablanca'da Bogart'ın elini ya da suratının yarısını kapatıyor hayvanlar. Mayo ve iç çamaşırına da yasak veya karelemece gelmezse şaşmak gerek. Geçende bizim resmi sitemiz dış piyasaya seslenen ve şahane iç çamaşırları üreten bir firmadan çok şık banner'lar almış, kızlar var tabii ki resimlerde en şahane halleriyle. En medeni kerkenezlere dahi anlatamadık ne güzel olduğunu...
Hrant suikastinden sonra "Hepimiz Ermeniyiz, Hrant'ız" diyenlere tahammül edemedi yurdumun güzel insanları.
Hakan Ş. geçen gün elmalarla armutları birbirine karıştırınca, biz, memleketim armutları ve elmaları, bir kez daha ikiye ayrıldık: "Ne ulan bu, bu kadar da mesaj verilir mi?"diyenler ve "Ne var ki canım ama bunda? Çocukcağız derbiye gülle gelin yerine sopayla gelin mi deseydi" diyenler olarak... Bölünüyoruz ama nereye?
Değişim derken bunu diyordum. Değişimden başın dönmedi mi?
Keşke bu kadar değişmeseydik de o kıllı mıllı adamcağızlar çarşafa falan girip eylem yapmak zorunda kalmasalardı.
Memleket elden gittikçe bizim eylem yöntemlerimiz makaralaşıyor.
Makaraya hiç itirazım yok ama daha az zeka ürünü olup daha çok etkisizleşiyor ya eylemlerimiz, işte o yakıyor içimi.
Ve son zamanlarda gittikçe daha uzun yazıyorum...
Dünyanın en şanslı adamı!
Kitabın “Bitirirken” adlı bölümünün son paragrafında Ali İhsan Göğüş “Aktif siyasi hayatım 1973’te sona erdi. Aradan geçen 35 yıla rağmen hâlâ hatırlanıyor olmama bazen ben de şaşırıyorum” diyor. Kitap ise yazarın daha fazla hatırlanmamasına şaşırtıyor.
İlk bölümde Ali İhsan Bey çocukluğunu anlattıktan sonra sevgili amcası “Ayıntap Mutasarrıfı, Reyhanlı Boybeyi Mir-i Miram Rumeli Beylerbeyi Mustafa Şevki Paşa’nın torunu Kethüdazade Göğüş Hüseyin Cemil” Bey’i uzun uzun anlatıyor. Gurur duyduğu, çok değer verdiği ailevi kökleri ekseninde Osmanlı tarihinin 350 yıllık bir kesitinden, Birinci Dünya Savaşı ve işgal yıllarından, Kurtuluş Savaşı tarihinden hızlıca ama etraflıca bahsediyor. Bunu yaparken de aldığı -belli ki- müthiş keyfi, hem de ziyadesiyle aktarıyor. Dolayısıyla kendiyle hayli barışık, zarif Göğüş o harikulade serbest üslubuyla, konudan konuya üstelik bazen şiddetli sıçramalar ya da kopuşlarla geçerken, okur için metni aynı süratle izlemeye gayret etmek kaçınılmaz hale geliyor.
Hep İsmet Paşa’nın Yanında, acı bir kahve eşliğindeki - ya da kahvenin yerine Ali İhsan Bey ne koyardı ne yazık ki bilmiyorum- bir dost sohbetinin yakınlığını, samimiyetini, teklifsizliğini hissettiriyor. Ne zamandır okuduğumuz tüm metinlerde var olan o ince hesaplar, resmi tavır, “aman tekrara düşmeyeyim bak falanca gereksiz der sonra”lara ise hiç rastlanmıyor. Hem, aile tarihini anlattığı sayfalarda “Gel de çık işin içinden.” demeye cesaret eden bir yazarın samimiyetinden nasıl şüphe eder ki insan?
* Kırgızca ve Karlukçadan: “Kögüz” bkz. s. 35
Ali İhsan Göğüş
İlk basım: Mart 2008
Aah be kara tren! Seni yalnız yakalarım ben!
Turkish Rocky!
89 yılıydı. Kempinski ala-u vala ile açılışa hazırlanıyor, memleket turizmi ise bitmez tükenmez terör-savaş krizlerinin ilklerinden birinin pençesinde kıvranıyordu. Bendeniz daha üç – beş yıllık çakı gibi taze rehber, hele de o şahane yılların sonuncularına yetişmişken, başka bir iş yapamayacak kadar zehirlenmiştim bile.
O sıralar çok modaydı ya hani, turizm okuyordum ben de… Kempinski çok süper maaş veriyor dedi okuldaki çocuklar, hep beraber iş başvurusu yaptık. “Müdür kontenjanında açılma olmasını beklerken commis de rang ol sen…” dedi daha 27 yaşındaki F&B manager Vedat Bey (Başaran !) gülerek. “İyi!..” dedim ben de ama ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok esasen... Benim derdim cebim boşalmadan kriz atlatmak.
Otelin açılmasına daha aylar var, o konjonktürde aslında açılacağına da pek ihtimal vermiyoruz hiç birimiz. Perde arkası katları dışında her yer toz toprak, çimento, moloz içinde. Bir sürü defter, dosya, kitap ve başka ıvır zıvır verdiler, sivil olarak sabah dokuz akşam beş arası akıllara ziyan şiddette ders yapıyoruz. Yok falanca sos, yok falanca kokteyl, yok kaplumbağa çorbası, yok falanca usul servis, onun kadehi, bunun çatalı...
Başlarda gerçekten pek önemsemiyorum ya, bize şarap anlatan beyefendinin adı o yüzden aklımda kalmamış herhalde. İnce bıyıklı, az saçlı, hep düzgün giyinen ve hiç ayık görmediğimiz bir beydi. Ben Brasserie adlı restoranda çalışacaktım, o ise Çırağan adlı restoranın şefi oldu kısa bir süre. Bilmem tanıyanınız var mıdır?
Velhasıl daha birçok şeyle ilk kez tanıştırırlarken bizi aylar boyunca, bu bey de şarap servisi dersinde “Adama ne şarap istediğini sorarken ukalalık etmeyin sakın.” diye tembihlemişti sıkı sıkıya. “İster balıkla kırmızı içer adam, ister beyaza buz atar ya da meyva suyu ekler…” O zaman gençliğin verdiği ekstra ukalalık da var tabii, bıyık altından güldük biz tıfıllar. Çok sonra hak verdim adama. Beyaz şaraba buz falan atmıyorum ama gene de garsonların aklını almaya ısrarla devam ediyorum, o beye de selam olsun ne diyeyim.
Ben de yüzotuz yaşıma geldim ya, şimdi heybeden çıkardıkça hikâye çıkarıyorum.
Annem rakıya iki yaprak maydanoz atar sadece (Antep adetiymiş diyor), ne su ne de buz; babam ise üç buz ve bardağın ağzına dek su ekler; Saadet ne su ne de buz ister, ben ise muhakkak duble doldurulmuş bir rakıya –ki bence bu kadehin beşte üçü ila üçte ikisi arasında bir yerlere denk gelir- boyuna göre iki ya da üç buz atarım, suya hiç tahammül edemem.
Sık sık birlikte içen dört kişinin basit alışkanlıklarını ancak altmışiki sözcükle mi özetleyebildik şimdi? O zaman hangimiz hadisenin adabından bihaberiz? Fena bozuluruz vallahi.
27 Nisan 2008 Pazar
Kazık?
Türkiye'de yalnızca dışarıda yer-içerken değil, markette alış-veriş ederken dahi kazıklandığını hissedenlerden biriyim.
Ne peynire, ne işlenmiş gıdaya, ne yeşilliklere, ne baharata, ne de şaraba ya da biraya Türkiye'de doğru fiyatlar ödemediğimizi düşünüyorum.
O yüzden de iki günlüğüne dahi yurtdışına çıkınca neresi olursa olsun, bir fırsat yaratıp, en azından bari bir süpermarkete gidip aylık alışverişimi (bazen benimle birlikte yolculuğa çıkanları güldürmek pahasına da olsa) yapıyorum. (Not: Son market alışverişimi Kıbrıs'ta yaptım: cheddar'ın kilosu 15, dün bahsettiğimiz Colman's hardal'ın 170 gr. kavanozu 5 ytl idi!)
Yurtdışı gezilerimizde Saadet'in hazırladığı sıkı kültürel programlara paralel olarak ben de sıkı gastronomik ziyaretler planlıyorum özenle. Yedi gece kalıyorsak yirmi-yirmibeş müzeye karşılık ondört sıkı lokanta buluyorum önceden. Böylece ruhumuzu her açıdan beslemeye gayret ediyoruz. Ne yazık ki bir çok düzgün, çok tanınmış, yıldızlı restoranda, yediklerimizin kalitesine ve porsiyonların boyuna karşılık gelen hesabın Türkiye'dekine oranla çok düşük olduğunu her gezimizde bir kez daha üzülerek tespit ediyoruz. Özellikle bizim balıkçılar ve kebapçılar, ocakbaşları dahil içler acısı bence. Batı Avrupa'da şarap dahil iki kişilik mükellef bir yemeği 40 euro'dan başlayıp 120 euro'ya kadar giden fiyatlarla yemek mümkün. En son bir Lizbon deniz ürünleri lokantasında şefe bize daha daha neler getirebileceğini sorduğumuzda: "Eh ama beyefendi zaten dükkanda yemedik şey bırakmadınız, ne varsa yediniz ki siz zaten!" dedi üzüntüyle... Hesap ta buna rağmen epi topu 85 euro geldi iki obura, hem de bir şişe şarapla. Boğaz kıyısında hem muhakkak yanlış hazırlanmış hem de daha küçük porsiyonlarla aynı çeşitte deniz ürününü herhalde en az üç-dört katına yerdik iki kişi. Bir çok yerde ise ne yediğinize pek bakılmadan iki kişilik hesap bir ali-cengiz oyunuyla 100-120 ytl'ye denk getiriliyor ki bu ise beni daha fazla şaşırtıyor. (Not: Geçen pazar meşhur Café Cadde'de 4 kişilik sabah kahvaltısı 150 ytl!)
Dün galiba televizyonda gözüm Hulusi Dericioğlu'nun bir röportajına takıldı. "Ya iyi ürünü az kar marjıyla makul fiyata satıp sürümden kazanacaksınız, ya da gene aynı ürünü markalaştırmaya gayret edip fiyatı azami oranda yükselterek şansınızı öyle deneyeceksiniz. Bu ikisinin arasının Türkiye'de yaşama şansı ise hiç yok!" gibi bir şeyler dedi özetle. Bizim tüccarımız galiba çok zahmetli olduğu için ilk yolu hemencecik pas geçiyor. Diğerinin tutmadığı zaten tecrübeyle sabit. O zaman acar girişimcimiz vahşi kapitalizmin kurallarının anladığı kadarına uyarak cin olmadan adam çarpma yoluna gidiyor, veriyor da veriyor fiyatı... Olan tüketiciye oluyor. Arada batan işletmeler de eğitim zayiatı diyelim artık.
Yılbaşından önce büyük bir parti için yana yakıla günlerce fiyat araştırarak 16 ytl'lik Angora'ları Carrefour'daki dev (!) promosyondan 8.90'a aldığımızı düşünürsek yıllardır şarapçılığımızın serpilmesine bir türlü ön ayak olamayan korumacılığın, dolaylı ve dolaysız vergilerin, kotaların vesairelerin Türkiye'de bırakalım kaliteyi, fiyatları dahi ne oranda etkilediği ortaya çıkıyor...
Rehberlik yaparken iyi müşterilerimden biri, Bordeaux'lu bir şarap toptancısı, İstanbul'da bilebildiğim en geniş şarap koleksiyonlarını kendisine göstermemi rica etmişti.
Marketler falan tabii ki kendisini kesmeyecekti. O zamanlar en büyük çeşit benim de çok desteklediğim Cihangir'deki La Cave'daydı, bir de Z... girişteki ufak bir bölümünü cave'a çevirmişti, bir sürü markayı ala-ü-vala ile satıyorlardı. La Cave'da bir iki tadımdan, keyifli sohbetten ve numunelik ufacık bir alışverişten sonra gittiğimiz Z... de müşterimde büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştu. O devirde Bordeaux'daki deposunda en fazla 0.85 euro'ya sattığı şişeler, Z...'de müşteriye 60 euro civarında fiyatlarla sunuluyordu. Zarifi'nin en pahalı ve alengirli, aşağı yukarı 80 euro'ya satılan şişeleri ise deposunda 1.25-1.60 euro seviyelerindeydi. Zaten bir süre sonra Paris'teyken bana kasayla almamı tavsiye ettiği adını hatırlamadığım zarif etiketli Bordeaux'ları, kaldığım semtin alelade bir bakkalından 2.05 euro'ya almış, İstanbul'a taşımıştım. Büyük bir keyifle bir yıla yakın süre içmiş ve konuklarımıza ikram etmiştik o şarabı.
Nezih (!) kulüp ve barlarımızda tek cognac'ların, bourbon'ların en az 12-15 ytl'den gitmesinin viski üreticiliğimize pek fazla katkısı olmadığı da açık. Bir çok ülkede şehir içindeki bakkal fiyatları bile bizim free-shop'larımızdakinden daha düşük. Aynı şeyi peynirlerimiz ya da tüm işlenmiş ürünlerimiz (produits fins desek?) için söylemek herhalde yanlış olmaz.
Vay be! Ne doluymuşum ben bu konuda!
Pazar pazar yazı gittikçe gitti...
Ama az da olsa rahatladım şimdi.
Mevsime uygun sohbetler, toplu gösterim...
Benim tarifime cevaben bir hanim "ben galeta unu da kullanırım buna" demişti, bir bey de ona cevaben "ama o mayalı değil mi?" diye sordu.Bu da onlara cevabım naçizane: