25 Ağustos 2008 Pazartesi

İnsan bedeni üzerine, derinlere dalıp kum çıkarmak isteyenler için...



Yapı Kredi Yayınları’ndan geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Bedenin Tarihi”, beden ile insanın ürettiği tüm kurumlar arasındaki ilişki üzerine kafa yormuş akademisyenlerin, farklı alanlarda bedeni inceledikleri makaleleri bir araya getiriyor.

Kitap son derece geniş bir yelpaze içinde Avrupalı bedenin Rönesans’tan Aydınlanma Çağı’na kadar ne şekilde algılandığı üzerine açıklamalar ve yorumlar barındırıyor ki, günün birinde ülkemiz bedenlerinin tarihi gibi netameli bir konuya girişmek isteyen olursa bu kitaptaki yaklaşımlar zihin açıcı olacaktır mutlaka.

Kitapta konuların neye göre dizildiği konusunda önsözde bir bilgi yok, fakat ilk başlık “Beden, Kilise ve Kutsal”, ve bu da editörler, dinin bedenin tarihinde başrollerden birini oynadığını mı düşünmüşler, diye sorduruyor. Daha sonra sırayla cinsellik, egzersiz, fizyognomoni (ne olduğunu anlamak için kitabı devirmemiz gerekiyor maalesef), kadavra teşrihi, sağlık ve hastalıklar, gayrı insani beden (yani marjinal bedenler), kralın soylu bedenine yaklaşımlar ve “et, zarafet ve yücelik” ilişkisi üzerine odaklanan bölümlerde beden –herhalde enine boyuna demenin en doğru olacağı konulardan birindeyiz- Avrupa kültürel tarihinin farklı bakış açıları karşılaştırılarak inceleniyor.


(gerçek görseli budur, yukarıdaki resim daha çok hoşunuza gitmiş olsa da lütfen ona itibar etmeyiniz...)

Diğer yandan, kitap daha önce dile getirilmiş birtakım temel sorulara, açıkça dillendirmese de alttan alta cevaplar da barındırıyor: Beden nedir, bedenimiz kime aittir ve dahası. Foucault’nun bu ilk soruya cevap teşkil edecek son derece keskin bir tarifi var: “Bedenim mahkûm olduğum, çıkışsız yerdir.”

İkinci soruya takılanlar için: Sezonun ikinci yarısında, kaburgalarında çatlak ve kırık, bacak üst arka adalelerinde çeşitli derecelerde zorlanmalar gibi önemli sakatlıkları bulunmasına rağmen takım arkadaşlarını yarı yolda bırakmak istemedi, neredeyse her maça çıktı. Son maçta adlığı darbeler yüzünden yürüyemediği için madalyasını almaya gelemedi, gene yürüyemediği için podyuma arkadaşlarının omuzlarında çıktı. Ertesi sabah Milli Takım kampına katılarak üç haftalık yoğun tedavi sonucu Avrupa Kupası grup maçlarının (bu yazı yazılana dek) ikisinde de yer aldı… Sizce Servet Çetin, önümüzdeki yıllarda öğrenim göreceği İstanbul Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda da üzerinde önemle durulacak olan bu önemli kitabı henüz okumadan da bedeninin kime ait olduğu hakkında sağlam bir fikir sahibi olmuş mudur?

Tuba Özay ya da Eda Taşpınar konularına hiç girmek istemiyorum.

Yıllar boyunca okunacak en değerli kitaplardan biri.

Hepimiz semender miyiz?



"Sanat kudrete hizmet etmemelidir."
K. Capek


Semender tarih boyunca insanoğlunu şaşırtmış bir sürüngen, belki de sürüngenler içinde en güzeli. Bazı kültürlerde semenderin ateşten doğduğu düşünülmüş, kimilerindeyse sudan geldiği.

Ağaç kütüklerini yaşam alanı olarak seçen bazı semender türlerine, tutuşan kütüklerden kaçarken ateşten doğdukları düşünülerek Ateş Semenderi denmiş. Bundan dolayı antik mitolojide semenderler ejderhalarla ya da küllerinden doğan Anka Kuşu'yla özdeşleştirilmişler.

Ortadoğu mitolojisindeki balık karnından kurtulan Yunus'un yerini, Japon mitolojisinde su ejderinin (dev semender - hanzaki) karnından kurtulan kahraman balıkçı Hitoshiro almış.

Türkçedeki ismi Farsça sam (ateş) ve enderun (içinde) kelimelerinden gelen semender tarih boyunca enerjinin, gizemin, doğanın dengesinin, büyümenin, yenilenmenin, yeniden doğuşun, aydınlanmanın ve uyum sağlamanın sembolü olarak görülerek sanatçıların en sevdiği çalışma konularından biri olmuştur.

Kutup daireleri arasında kalan coğrafyanın nerdeyse tamamında farklı türleri bulunan bu narin yapılı hayvanlar, yaşam koşullarındaki değişimlere gösterdikleri uyum ve dayanıklılık sayesinde bilim adamlarının da ilgisini çekti. Bugün artık semenderlerin ateşte yaşamadıklarını, ancak derilerini kaplayan kıvamlı salgı tükenene dek ateşe ya da yüksek ısıya uzun süre dayanabildiklerini; on ile altmış yıl arasında, yani birçok hayvan türüne oranla son derece uzun yaşadıklarını; neredeyse on yıl boyunca aç kalmaya dayanabildiklerini biliyoruz. Ancak semenderlerin bilime en fazla ümit veren başlıca özellikleri, bacaklarını ya da kuyruklarını kaybettiklerinde son derece hızlı fakat karmaşık bir biyolojik süreç sonucunda bu organlarını yeniden geliştirebilmeleri kuşkusuz. Yakın gelecekte bu karmaşık biyo-elektrik işlemin insan dokusunda da işletilebilmesi ve bu sayede insan organları üretilebilmesi için çalışılıyor.



Karel Capek'in geçtiğimiz günlerde yayınlanan "Semenderlerle Savaş" adlı romanının semenderleri ise, yazar 1936 yılının sosyo-ekonomik ve politik koşullarını inceden inceye hicvederken, alttan alta büyük bir başkaldırının edebiyata aktarılmasına aracılık ediyorlar. Sömürgeciliği, Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Avrupa'da yükselişe geçen faşizmi, Nazizmi ve silahlanma yarışını, bilhassa Amerika'da yükselen ayrımcılığı son derece net bir şekilde eleştiriyor, ayıplıyor Capek bu en bilinen romanında. Tüm bu saydıklarımızın yanında romanı 2008 yılı Türkiye'sinde okuyup da vahşi kapitalizmin ya da sonuçları önceden kestirilemeyen köşe dönmeciliğin bugünkü tezahürlerinin de yerildiğini düşünmemek olası değil tabii. Bu açıdan bakınca "Rossum'un Evrensel Robotları" adlı tiyatro oyunuyla dünyaya robot kelimesini kazandıran yazarın bazı ülkeler konusunda kehanette mi bulunduğunu, yoksa bazı ülkelerin dünyanın başına 1930'larda örülen çoraplarla yirmi birinci yüzyıl başında henüz yeni yeni mi tanıştığını da sormak gerekiyor belki de.

"Semenderle Savaş" totalitarizme, demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulmasına karşı koyarak, düşündürücü bir insanlık resmi çiziyor çevirmenin önsözünde de dediği gibi. Bugün dahi çok tartışılan "Biz ve onlar" kavramının altını kara mizah yoluyla dolduruyor.

Karel Capek'in romanından önce çevirmen Sabri Gürses'in sakin kafayla okunması gereken "Hepimiz Semenderiz" başlıklı, derin önsözü yer alıyor kitapta. Sonra Rus yazar Andrey Platonov'un romanın 1938 tarihli Rusça çevirisine yazdığı uzun tanıtım yazısı "İnsanlığın "Tasfiyesi" Üzerine" geliyor. Romandan önce okuduğumuz son metin ise Karel Capek'in 1924 tarihli "Neden Bir Komünist Değilim" adlı ünlü denemesi.

Roman, yazıldığı dönemin modern alışkanlıklarına uygun olarak radyoya uyarlanmaya müsait bir girişle, okuyucuyla gayet samimi bir sohbet başlatan bir anlatıcı tarafından açılıyor. Uzakdoğu'da gemisiyle ticaret dışında inci avcılığı da yapan gözüpek kaptan J. Van Toch (adına bakıp Hollandalı sanmayın Çek'tir kendisi) tüm inci yatakları tükenince kendisi kadar cesur yeni dalgıçlar bularak hiç kimsenin dalmaya cesaret edemediği korkunç Şeytan Körfezi'ne gitmeye karar veriyor. Şeytan Körfezi'ne gittiğinde ise yüzyıllardır anlatılan sualtı cinlerinin gerçekten var olduğunu, ancak bunların cin değil kendisi için inci çıkarabilecek dev semenderler olduklarını keşfediyor ve tüm diğer işlerini bırakarak kendini semenderleri eğitmeye adıyor.

Romanın ilerleyen bölümlerinde anlatıcı yerini bazen bir gazete kupürü ya da bilimsel makaleye bırakıyor. Tüm inciler açgözlülükle çıkarılıp ekonomik değerleri iyice düşünce ve nihayet çıkarılacak inci kalmayınca, kapitalistler tarafından ucuz iş gücüne dönüştürülen semenderlerin dünya ekonomisine kazandırılmasını (!) bazıları birbirinden bağımsız kısa öykülerle izliyoruz. Yazarın zaman zaman gayet bilinçli şekilde romanın önüne geçirdiği dipnotlarda bir korsan gemisinin iyi eğitimli, saygın kaptanı semenderleri iki yüzyıl öncesinin Afrikalı köleleriyle bir tutuyor: "Semender semenderdir, (s.147)". Yirminci yüzyıl başının birçok ünlü simasıyla birlikte Bernard Shaw da Daily Star gazetesine görüş bildiriyor: "Bir ruhları olmadığı çok açık bir şey. Bu da onların (semenderlerin) insanlarla ortak yanları.(s. 155)". Bir aktivist hanım semenderlere hak ettikleri iyi eğitimin verilmesi için üçbinden fazla konferans veriyor.

İnsanlar yeni topraklar edinmek için semenderlerin doğal becerilerini kullanarak denizi dolduruyor, setler, rıhtımlar inşa edip adaları birleştiriyorlar ilk başta. Ve sonra giderek dünya ekonomisini ele geçiriyor semenderler. Birinci Dünya Savaşı'nda çavuş olarak görev alan bir semender, semenderlerin Cengiz Han'ı gibi ortalığıkasıp kavurduktan sonra günün birinde diktatörlüğünü ilan ediyor.

Ve bütün bir sistemin, sistemle gelen yıkımların muhasebesini yapıyor yazar, bugün de sık sık tekrar edilen, fakat her nedense pratikte hataları ortadan kaldıramayan sözlerle: "Bunu insanlar istedi, unutma; hepsi semenderlere sahip olmak istedi, ticaret, sanayi, teknoloji istediler; sivil yetkililer, asker yetkililer, hepsi istedi; Povondra'nın oğlu bile böyle söyledi: hepsi bizim hatamız."

Peki, biz bu hataları yapmayı neden ısrarla sürdürüyoruz?


Semenderlerle Savaş
Karel Capek
Çev.: Sabri Gürses
Everest Yayınları, Ağustos 2008

YIP IftIharla sundu...Müsaitseniz gene bekleriz... ya da iGoogle'la yorulmadan görün güncellemeleri!



Add to Google